Sinop Havaalanına inmiştim. Havaalanı çıkışında üzerinde ismimin olduğu bir kokartla beni bekleyen genç bir kadın vardı, yine iki parçadan oluşan siyah döpiyesi giymiş, ayağında benzer siyah ayakkabıyla filan bekliyordu, tıpkı Asaduryan Han’da olduğu gibi.
“Merhaba” dedim, ismimi söyledim, “lütfen beni takip ediniz” dedi garip şiveli bir Türkçe ile. Siyah bir Mercedes Vito’ya doğru ilerledik, kapısı açıldı. Arabanın içi gayet lüks görünüyordu, Hermes turuncu deri kaplamalar, soft ışıklandırmalar ile bezenmişti.
Karşı koltukta, elinde uzun bir şampanya kadehi olduğu halde bir kadın oturuyordu. “Hadi gel, çok vaktimiz yok” dedi. Karşısına geçtim oturdum. Heyecandan emniyet kemerini bağlamak aklıma bile gelmemişti. Eliyle emniyet kemeri bağla işareti yaptı, emniyet kemerini taktım. Solunda duran cama üç defa tıklattı, araç hareket etti.
Karşımdaki kadın, siyah klasik bir şapka takıyordu, gözünde aynı renkte güneş gözlüğü vardı. Siyah ve uzun bir elbise giymişti. Elbisenin son derece derin bir yırtmacı vardı. Baldır üstüne kadar gelen, ‘jartiyersiz diz üstü çorap’ diye geçen nefis siyah bir çorap giymişti.
Yırtmacı o kadar derindi ki, neredeyse kasıkları görünecek durumdaydı. Bacakları ince ve zarifti. Yüzünde neredeyse makyaj yok gibiydi.
“Otele gitmeyeceğiz, Suna’nın da elbette durumdan haberi var” dedi.
“Siz kimsiniz” dedim. Artık bu bilinmezlikler silsilesi beni iyiden iyiye yormuş, sinirlerimi yıpratmıştı. Ne uyku düzenim kalmıştı, ne düzenli yemek yiyebilir durumdaydım, ne de psikolojim yerindeydi.
Gözlüğünü hafif aşağı indirdi, bacak bacak üstüne attı ve “sinirlenmek merakını giderecekse elbette sinirlenebilirsin ancak unutma, haz geciktirildiği zaman değerlidir. Bunun öfke ve merak için de olduğunu söylememize bir engel yok.” dedi.
Aynı cümleleri Suna öğretmenden de duymuştum.
Sonra gözlüğünü çıkardı, şapkasını yan koltuğa koydu ve “beni gerçekten tanımadın değil mi?” dedi. “Hayır, çıkaramadım” dedim.
Hafif tebessüm ederek: “Ben Şeyma” dedi. Beynimden vurulmuş gibi sarsıldım. “Şeyma? Nasıl yani??? Senin burada ne işin var? Sen nerelerdesin kaç zaman senden bir haber bekledim, neden ortadan kayboldun? Kimindi o bebek? Neden çarşaflıydın? Biz ne yapıyoruz burada?” diye heyecandan ardı ardına sorular sordum. Gülümsüyordu.
“Sen Şeyma isen sahiden, bunu bana ispatla” dedim. “Dudağımda ruj olmadığı için bir kağıt parçasına dudak izimi mühürleyemem ama bugünün tarihini yazabilirim bir kağıda” dedi. Şeyma ile konuşurken bana gönderdiği tek fotoğrafa atıfta bulunuyordu. Evet, karşımdaki kişi Şeyma’nın ta kendisiydi.
Hâlen hafif tebessüm ediyordu dudakları. “Sükunetini korumak, zaferlerin en büyüğüdür. Hazlar da böyledir. Hazza yenik düşen zafer kazanamayacağı gibi, meraka kapılıp acizleşen de hiçbir şey elde edemez.” gibi karmaşık bir cümle kurdu. Anladığım, heyecan yapmamamı istiyordu.
Bense sorularıma cevap bulmak zorundaydım. Şeyma ile Suna nasıl bir bağlantıya sahip olabilirdi ki? Kafayı yemek üzereydim.
Araç bir yerde durdu, yüksek çalıların olduğu ormanlık bir alandı burası. Şoför koltuğunun yanında duran kadın aşağı indi, bir çiti sağa doğru çekti, çitin arkasından bir yol göründü. Burası belli ki sadece bilmesi gerekenlerin bildiği bir yoldu. Heyecanım iyice artmıştı.
Ormanlık alanda ilerlemeye devam ediyorduk. Aracın sadece sis farları açıktı, etraf zifiri karanlıktaydı.
Şeyma: “Birkaç dakika sonra evde oluruz. Burayı insanlardan uzak olmak için yaptırdım. Yaratacı huzuru ben burada bulabiliyorum. Suna da daima yeni bir ev bulup taşınma telaşı yaşayarak bunu elde ediyor. Bu bir keşiftir. Kimseyi kınama lüksümüz yok. Odak noktamız bambaşka. Sen bu noktaya kadar geldiğine göre senin de itici gücünü bulmana çok az kalmış demektir” dedi.
Yine hiçbir şey anlamamıştım. “Yaratıcı huzur ne demek? İtici güç neyi itecek Şeyma? Pek anlamadım” dedim.
“İşte geldik, içeride konuşuruz. Bugün bilmen gereken her şeyi öğreneceksin” dedi, “nasıl olsa birkaç gün buradayız” diye devam etti.
Dışarıdan bakanların ağaç ve çalılar dışında bir şey göremediği yol son bulmuştu. Şoför ve yanındaki kırık şiveli kadın aşağı indiler, yer altı sığınağı gibi bir yerin kapısını açtılar. Şeyma ile içeri girdik. Şoför ve kadın aracın üstünü bir çeşit kamuflaj gibi bir tente ile örttüler.
Önce loş ışıklı, her tarafı betonla örülü bir yerden aşağı doğru indik. Daha sonra başka bir kapı önünde durduk. Şeyma önce bir cihaza parmağını okuttu, aynı anda gözünü bir cihaza dayayarak retinasını tarattı ve ardından ses tanıtıcı bir cihaza mikrofonla “bu yetimlere su nerededir?” dedi.
Bu cümle kafamın içinde şimşek gibi çakmıştı. Asaduryan Han’a girerken güvenlik görevlisine vermem gereken şifreydi bu. Suna ve Şeyma bir çeşit örgüttüler, bundan neredeyse emindim.
Şeyma kapıyı açtı, içeri girdik. Karşıda ahşap bir kapı vardı. Garip bir şekilde bu yapıya hiç uymayan bir kapıydı bu. Eskiydi. “Bu kapıyı doğduğum evden getirttim.” dedi Şeyma.
Kapıdan içeri girince her şeyin bej ve navy blue dedikleri bir lacivert türünde renklerle bezeli olduğu kocaman bir salon çıktı karşımıza. Odanın ortasında en az 5 metreye 5 metre bir yatak vardı. İnanılmaz büyüktü. Odanın tavanları da altın varaklı floral dedikleri çiçek gibi desenlerle süslüydü.
Odanın girişine göre sol tarafta 4 tane kapı vardı. Şeyma: “Burası 5 odalı. Şu anda bulunduğumuz oda karar odası. Sol tarafta en baştaki oda banyo. Yanında kurulanma ve dinlenme odası, dördüncü oda dialog odası.”
Diğer odanın esprisi nedir diye sordum, hafif gülümsedi, “Girince öğrenirsin” dedi.
“Çantam arabada kaldı, kıyafetlerim içinde” diyecektim ki “kıyafete ihtiyacın olmayacak, burada her şey var” dedi.
Banyoya doğru ilerledik, peşimden geliyordu. Fırlamalık olsun diye “birlikte duş alarak su tasarrufunda bulunabiliriz” dedim, “Zaten öyle olacak. Suyu tasarruf edemeyiz ama sen de bu duşu tek başına zaten alamazsın” dedi.
Artık sorgulamamayı öğrenmeye başlamıştım. Kapıyı açınca yine dev bir odaya girdik, ortasında iki insanın rahatlıkla içinde uzanabileceği bir jakuzi vardı. Garip bir jakuziydi. Yan tarafında kapağı vardı, uzay filmlerinde insanların uyutulup uzaya gönderildiği pod’lara benziyordu.
Şeyma üzerindeki elbiseyi çıkardı. Neredeyse mankenler kadar zayıftı, çorabı nefisti. Külotu navy blue rengindeydi, sutyeni de bej rengi, aynı karar odası adını verdiği büyük oda gibi giyinmişti. Bu renklerin mutlaka bir anlamı olmalıydı.
Şeyma, jakuzinin karşısında duran içkilerin dizili olduğu bar masası gibi bir masanın o tarafa gitti, bir içki karışımı yaptı üzerinde marka olmayan kristal kuvars şişelerden, bir viski bardağına çok az doldurdu. Çekmeceden bir çikolata çıkardı, küçük bir tepsiye koydu, jakuzinin yanındaki sehpaya bıraktı.
O bunları yaparken, ben onun zarif vücudunun salınışına, hatlarına odaklanıyordum bir yandan, kalbimin atışı hızlanmış, sikim hafif hareketlenmeye başlamıştı.
“Sen neyi bekliyorsun, soyun” dedi sutyenini çıkarırken. Memeleri küçük ama şekil olarak inanılmaz güzeldi. Gayet de diriydiler.
Soyunmaya başladım. Üzerimde sadece boxer kalmıştı. Sikim kabardığı için komik bir görüntü de olmuştu. Şeyma’ya doğru yanaşıp minik ama şekilli kalçalarını tutmak, memelerimi emmek, dudaklarımı öpmek istiyordum. Yıllarca konuşup arzu duyduğum ama bir kere dışında hiç görmediğim bir kadındı neticede ve karşında neredeyse çırılçıplak duruyordu.
Şeyma külotunu çıkarırken ona doğru bir adım attım. Külotunu indirme işini yarıda bırakıp kafasını kaldırdı, “verdiğim çikolatayı iyice parçalanana kadar çiğne, sonra verdiğim içkiyle yut.” dedi, dönüp sehpanın üstündeki çikolatayı söylediği şekilde çiğnedim ve verdiği içkiyle yuttum. Yumuşacık hindistan cevizi ve başka garip bir aroma ile doldurulmuş, nefis bir çikolataydı. İçkide de dumansı bir aroma vardı ve neredeyse alkollü olmayacak kadar hafifti.
İçkiyi yudumladıktan neredeyse 30 saniye sonra bi’ garip hissetmeye başladım. Sanki başım dönüyordu, görüşüm bulanık hâle gelmişti. Şeyma külotunu çıkardı yanıma geldi ve “bir süre böyle hissedeceksin ve bu sana iyi gelecek” dedi.
Yarım yamalak Şeyma’nın vücuduna baktım. Kabarık bi’ amı vardı vücuduna göre. Ayakta zor duruyor olmama, Şeyma’nın koluma girmiş olmasına rağmen elimi kalçalarının arasına atıp arkadan amını okşadım.
Elim ıslanmıştı. Şeyma’yı tetikleyen ne olabilirdi ki? Elimi usulca kenara çekti, boxer’ımı indirdi ve beni jakuziye yatırdı usulca.
Jakuzideki butonlardan birisine bastı, led ışıkları yaktı. Başka bir düğmeye basınca kapak yavaş yavaş kapanmaya başladı. İçeride yanyana uzanıyorduk. Sanki felç olmuştum, uyuşukluk gibi değildi, beton iğnesi diye tarif edilen şeye benziyordu. Şeyma rahatlıkla hareket edebiliyordu. Tecrübeli olduğu ortadaydı.
“Şimdi beni çok iyi dinlemezsen aklını oynatabilirsin, bunun geri dönüşü de yok. Sana verdiğim çikolatada çok özel bir sihirli mantar türü var. İçtiğin şey de ayahuasca ile harmanlanmış özel bir içecek. Bunlar, kapıyı açmanda sana yardımcı olacaklar. Sakın korkma.” dedi.
Şeyma led ışıkların şiddetini düşürdü ve başka bir tuşa bastı. Bu tuşa basar basmaz jakuzinin üzerinde benek benek duran binlerce delikten sert bir hava dalgası yüzüm hariç vücudumun tamamına çarptı. Tüylerimi diken diken etmişti bu. Sonrasında başka bir tuşa bastı ve aynı deliklerden bu sefer su gibi bir sıvı yüksek basınca püskürdü vücudumun her yanına. Bu bana acı ile haz arasında garip bir his yaşatmıştı.
Şeyma yanımda uzanırken eliyle sikimin ucunu okşamaya başladı, “gözünü kapat” dedi. Zaten zor bela açık tutabiliyordum. Gözümü kapattım. Sikim kalkmaya devam ediyordu ama zihnim bulanıklaşmaya devam ediyordu.
Gözümü kapatır kapatmaz önümde buğday tenli, saçları bembeyaz, göz bebekleri masmavi parlayan iki kadın gördüm, halüsinasyon görmeye başlamıştım. Bir anda irkildim.
Şeyma elini göbeğime koydu, “sakin ol ve kendini bırak, ne görüyorsan devam et” dedi. Şeyma’nın sesini duyuyordum ama etrafımda bambaşka bir dünya vardı, sanki Şeyma’nın sesi gökyüzünden gaipten bir yerlerden geliyordu.
İrkildikten sonra saniye bile geçmeden kafamı tekrar iki kadına çevirdim. Zümrüt ve safir taşlardan yapılma bir tahtta otururken buldum kendimi. Karşımdaki iki kadın, önümde secde eder gibi duruyorlardı. Kraliyet kabul odası gibi bir yerdeydik.
Odadaki kadınlar başlarını kaldırmadan: “İşte sizin için buradayız. Bizi siz çağırdınız. Ancak unutmayın. Uyandırıldığımız zaman, bizim aynı zamanda en ölümcül olduğumuz zamandır. Gözünüzde korku sezersek, sizi saniyeler içinde yok edeceğiz. Korku duymazsanız, bu gücün bilgisini sizinle paylaşacağız.” dediler. İkisi aynı anda aynı ses tonuyla aynı şeyi söylemişlerdi. İçim içimi yiyordu. Bunun gerçek olup olmadığının ayrımına varamıyordum. Bu role bürünüp gereğini yapmalıydım. Hayal gücümü kullanmalıydım ama kadınları ne için çağırmıştım?
Önümde secdeye kapanır gibi durduklarına, ben de bir tahtta oturduğuma göre, hükmetmem gerekiyordu.
“Başlayın” dedim kadınlara, bir sonraki adımda ne olacağına dair en ufak bir fikrim olmadan.
Kadınlar başlarını kaldırdılar, soyunmaya başladılar. Vücutları kadın vücuduydu, Şeyma’nın vücudunun neredeyse birebir kopyası gibiydiler. Neden beyazdı saçları? Oysa yaşları taş çatlasın 20’yi geçmezdi. Hiçbir fikrim yoktu. Halüsinasyon görüyordum, olacak hiçbir şey belli değildi çünkü her şey zihnimin bir oyunundan ibaretti.
Kadınların vücudunu görünce sikim taş kesildi bir anda. Bir saniyede gerçekleşti bu, gözlerimin önünde hızlıca kalktı. Ucu topuz gibiydi. Ayağa kalktım, “Buraya gelin ve arkamda diz çökün” diye gür bir sesle emir verdim. Sesim bir aslan kükremesi gibiydi, salondaki avizeler ve mum ışıkları ben konuştuğumda titriyordu.
Arkamda diz çöktüler. Saçlarını ellerime doladım, kafalarını kalçama doğru yanaştırıp sadece: “ufak ısırıklar ve öpücükler” dedim. Dediklerimi harfiyen yerine getiriyorlardı. Bu çok hoşuma gitmişti.
Sağ arkamda duran kadını saçını bırakmadan önüme doğru çektim. Sol arkamdaki kadını da kalçalarımın ortasına getirdim. İkisinin de başını geriye doğru itmesi için saçlarından aşağıya doğru çektim. Hafif eğildim.
Arkadaki kadını kendime doğru çekip göt deliğimi yalamasını emrettim. Öndeki kadına da aynısını yaptım. Birisi önümden diğeri arkamdan ikisi birden aynı anda dilleriyle göt deliğimi uyarıyordu, dilleri de birbirine değiyordu. Buna bir süre devam ettiler. Vücudumun her hücresi hazza boğulmuştu ama boşalma gibi bir istek asla yoktu.
Arkamda duran kadını, yine saçını bırakmadan önüme çektim, önümde duran kadını da aynı şekilde soluma aldım.
Saçlarından tuttuğum iki kadın, sikimin önünde diz çökmüş, ne istersem yapmaya hazır bekliyorlardı.
İkisini de ayağa kaldırdım. Solumda kalan kadına sol göğüs ucumu, sağımdakine sağ göğüs ucumu emmesini, aynı zamanda tırnaklarıyla taşşaklarımı hafif hafif tırmalamalarını söyledim.
Sonra tahta oturdum. Solumdaki kadına “dilimi durmadan em”, sağımda kalan kadına da “Sikime otur. Her oturuşunda am içi kaslarını serbest bıraka, kalkarken kasları sonuna kadar ger. Her kalkışında amındaki kasları sıkacaksın, sikimi vantuz gibi çekeceksin. Bunları yaparken hafif sağa ve hafif sola döneceksin. Sol elimle de taşşaklarımın altını okşayacaksın”.
Her şey harfiyen yerine geliyordu. Dudaklarımı emen kadına “aşağı doğru geç, sikimle taşşaklarım arasında kalan bölgeye iki parmağınla masaj yaparken taşşaklarımı em” dedim.
Bir süre böyle devam ettik. Sikimin üstünde oturup kalkan kadının amı menteşe gibiydi. Otururken gres yağıyla yağlanmış gibi dar bir alana kolayca giriyor, kalkarken neredeyse sikimi yerinden sökecek gibi hissediyordum.
Bir an artık boşalmaya yakınlaştığımı hissettim. Etraf bir anda buz kesmeye başladı, kadınlar yaptıkları hareketleri yavaşlattılar. Garip hareketler yapıyorlardı. İstediğim şey bu değildi ancak neredeyse patlayacaktım.
Boşaltmaya iyice yakınlaşmışken, taşşaklarımı emen kadın ayağa kalktı. Sikimin üstünde oturup kalkan kadın iyice hızlanmıştı.
Ayağa kalkan kadın yanıma gelip boğazımı öldürürcesine sıkmaya başladı. Paniklemiştim. Ellerimi hareket ettiremiyordum. İçimde büyük bir korku vardı. Bir an kadınların “gözünde korku sezersek seni öldürürüz” dedikleri aklıma geldi. Gözümü kapattım, birkaç saniyeliğine korkunun beni ele geçirmesine izin verdim. Bu bana inanılmaz bir rahatlık sağlamıştı.
Gözümü açtım. Beni boğmaya devam eden kadın gözümün içine bakıyordu. Hiçbir şey sezdirmedim ve birkaç saniye içinde sikimin üstünde oturan kadının içine neredeyse 15 saniye boyunca boşaldım. Bu 15 saniye bana saatlerce boşalmış gibi bir his verdi. Diğer kadın boğazımı sıkmaktan vazgeçmişti.
Bir anda Şeyma’nın sesini duydum tekrardan, kafamı çevirdim, gözümü açtım, hâlen jakuzi benzeri pod’un içindeydim, kapağı açılmıştı. Şeyma yanımdaydı. Gülümsüyordu. “Dinlenme odasında anlatırsın neler olduğunu.” dedi. Elini sehpaya uzatıp “şimdi şunu iç bakalım” dedi, hemen içtim.
Öyle keskin ve tadı berbat bir şeydi ki verdiği içecek, bir anda üzerimdeki uyuşukluğu aldı. Gözlerim görüyor, kulaklarım duyuyordu. Vücudumu hisseder hâle gelmiştim. Sikimin ucunda ve taşşaklarımda müthiş bir haz vardı. Uzun süre boşalmayıp, hemen ardından gelen boşalma sonrası gelen rahatlık ve haz gibiydi.
Şeyma ayağa kalktı, daracık göt deliğinden sperm akıyordu. Ben halisünasyon gördüğüm anda Şeyma sikimin üstüne mi oturmuştu? Jakuziye girdiğimiz anda sikimin ucunu okşuyordu.
Zaman algımı kaybetmiştim. “Ne kadar zamandır bunun içindeyiz” diye sordum, 9 dakika oldu diye cevap verdi. Oysa halisünasyon saatler sürmüştü.
“Hadi ayağa kalk, yan odaya geçiyoruz” dedi. Ayağa kalktım. Şeyma’yı sikmiş olduğum fikri çok hoşuma gitmişti, yıllardır yüzünü bile görmeden arzularımın hayal ürünü olarak düşlerini kurduğum kadını sikmiştim. Bu fikir beni yeniden hareketlendirmeye yetmişti bile.
Diğer oda dinlenme odasıydı. Şeyma kapıyı açtığında içeride sağda 6 solda 6 toplam 12 kadın ellerinde sıcak havlular, bezler, masaj yağları, meyveler olduğu halde bekliyordu. Uzanacak iki tane de yanyana masaj masası vardı. Bu masalar oldukça genişti normal bir masaj masasına göre.
Masaj masasına yüzüm yukarı bakacak şekilde uzandım, Şeyma da karşındakinde aynı şekilde uzandı. İki kadın Şeyma’nın, iki kadın benim vücudumu sıcak havlularla silmeye başladı. Birkaç dakikada bir sıcak havlu değiştiriyorlardı. Sonra son derece yumuşak kuru havlularla bedenimi kuruladılar.
Şeyma, “hadi anlat bakalım” dedi, yaşadığım deneyimi anlattım. Gözlerinin içi parlıyordu ben anlatırken.
Hizmetlilerden birisinin kulağına bir şey fısıldadı. Kadın odadan çıktı. Merak içinde kalmıştım. “Ne oldu” diye sordum, “Suna haber bekliyordu” dedi.
Ben halen ne bir şey biliyordum, ne de yaptığım şeyin olumlu mu olumsuz mu olduğundan haberim vardı.
Odada dinlenip bakımımız yapıldıktan sonra Şeyma: “Hadi diğer odaya geçelim, öğrenmek isteyeceğin şeyler olduğunu biliyorum. Bugün hepsini öğreneceksin” dedi.
Üstümüze, daha önce hazırlanmış olan navy blue ve bej renkten oluşan iki keten takım giydik, yan odaya geçtik. Burası kütüphane gibi bir yerdi. Çalışma odasına da benziyordu. İki karşılıklı koltuk ve ortada bir lamba vardı. Şeyma ile karşılıklı oturduk.
Şeyma, sehpa üzerinde duran sudan bir yudum aldı ve: “Bütün olay, Suna öğretmenin özel bir gecede verdiği flüt konçertosuyla başladı” dedi. “Şu çok zengin insanların olduğu özel gece mi?” dedim, “evet” dedi.
“Senin nasıl bir bağlantın var bunlarla” dedim, “O evdeki hizmetçilerden birisi de bendim” dedi.
Bulanık hava yavaş yavaş dağılıyordu ama bir hizmetçi nasıl böyle bir sığınak yaptıracak kadar zengin olmuştu? Gerçekte ne iş yapıyorlardı? Suna neden bana yalan söylemişti üniversite birinci sınıfa gidiyorum diye? Yarın neyle karşılaşacaktım?