Otobüs, Sivas Otogarı’ndan kalkalı iki saat olmuştu. Hava çoktan kararmış, camlarda dağların gölgeleri yavaşça geriye akıyordu. Ali, pencere kenarında oturmuş, başını cama yaslamıştı. Omzunun altına sığıştırdığı çantasıyla birlikte, gözleri dışarıdaydı ama aklı köyde kalmıştı.
Otobüs Şırnak’a gidiyordu. Teslim olacağı yer: Şırnak 6. Motorlu Piyade Tugayı – Merkez / Şırnak.
Yan koltukta Konya’dan gelen bir başka genç vardı. O konuşkandı ama Ali dinlemeyi tercih etti. Arada başını sallıyor, arada içinden dua ediyordu.
Otobüs molaya girdiğinde telefonuna gelen mesajı açtı:
“Oğlum dikkatli ol. Gözüm kulağım sende.” — Anne
Altında Elif’in mesajı vardı:
“Şırnak’ta iyi bak kendine”
Zeynep ise bir gif göndermişti; kocaman kalpli bir asker emojisi.
Ali gülümsedi. İçten. Ama kısa sürdü o gülümseme. Çünkü içinde bir ağırlık vardı. Ne korkuyordu, ne de utanıyordu. Ama bilinmeyen topraklar, hiç görmediği yüzler, bilmediği bir dünyanın içine yürüyordu.
Sabah erkenden indiler otobüsten. Şırnak’ın havası başka kokuyordu. Ne Sivas’ın kuru serinliği, ne köyün tarla kokusu… Burada toprak bile başka duruyordu.
Birliğin önünde kalabalık bir sıra vardı. Ali’nin elinde evrak dosyası, içinde nüfus cüzdanı, askerlik celbi ve bir adet vesikalık fotoğraf.
Kapıdaki çavuş yüksek sesle bağırdı:
— Teslim olmaya gelenler! Sıraya geçin, ses çıkarmayın!
Ali, başını eğdi. Omzundaki çantayı biraz daha sıktı. İçeri alındılar. Teker teker isimler okundu, eşyalar arandı, çantalar boşaltıldı.
İçeri girerken bir er seslendi:
— Arkadaşlar! Artık burası baba ocağı değil. Herkes buraya kardeş, herkes buraya evlat!
Ali, o an fark etti. Yanındaki her genç de onun gibiydi. Kimisi Tokat’tan, kimisi Urfa’dan, kimisi Tekirdağ’dan. Aynı yaşlar, farklı hikâyeler, ama tek ortak nokta: “Asker ocağı.”
Koğuşa yerleştirildiler. Ali yatağına oturdu. İnce bir battaniye, küçük bir dolap. Üst duvarda Türk bayrağı.
Gece ilk içtima verildi. 60 kişi tek sıra oldu. Komutan seslendi:
— Uyumak yok, gözünüz açık olacak. Burada alışmanız bir gün değil, bir an meselesi.
Ali dimdik durdu. İlk defa biri onun omuzlarını düzeltmesine gerek duymamıştı.
İçinden geçirdi:
Gece yatağa girdiğinde uykusu gelmedi. Tavana baktı uzun süre. Sonra sağ cebinden annesinin verdiği küçük bir dua kâğıdını çıkardı. Katlarını açtı, parmaklarının ucuyla hizaladı. İçinden usulca okudu.
Ve ilk defa… hayatında yalnız hissetmedi. Çünkü etrafında koca bir ülkenin evlatlarıyla birlikte, aynı ranzadaSabah erkenden indiler otobüsten. Şırnak’ın havası başka kokuyordu. Ne Sivas’ın kuru serinliği, ne köyün tarla kokusu… Burada toprak bile başka duruyordu.
Birliğin önünde kalabalık bir sıra vardı. Ali’nin elinde evrak dosyası, içinde nüfus cüzdanı, askerlik celbi ve bir adet vesikalık fotoğraf.
Kapıdaki çavuş yüksek sesle bağırdı:
— Teslim olmaya gelenler! Sıraya geçin, ses çıkarmayın!
Ali, başını eğdi. Omzundaki çantayı biraz daha sıktı. İçeri alındılar. Teker teker isimler okundu, eşyalar arandı, çantalar boşaltıldı.
İçeri girerken bir er seslendi:
— Arkadaşlar! Artık burası baba ocağı değil. Herkes buraya kardeş, herkes buraya evlat!
Ali, o an fark etti. Yanındaki her genç de onun gibiydi. Kimisi Tokat’tan, kimisi Urfa’dan, kimisi Tekirdağ’dan. Aynı yaşlar, farklı hikâyeler, ama tek ortak nokta: “Asker ocağı.”
Koğuşa yerleştirildiler. Ali yatağına oturdu. İnce bir battaniye, küçük bir dolap. Üst duvarda Türk bayrağı.
Gece ilk içtima verildi. 60 kişi tek sıra oldu. Komutan seslendi:
— Uyumak yok, gözünüz açık olacak. Burada alışmanız bir gün değil, bir an meselesi.
Ali dimdik durdu. İlk defa biri onun omuzlarını düzeltmesine gerek duymamıştı.
İçinden geçirdi:
“Artık çocuk değilim. Ne ablam var yanımda, ne anam. Burada kendi ayaklarımdayım.”
Gece yatağa girdiğinde uykusu gelmedi. Tavana baktı uzun süre. Sonra sağ cebinden annesinin verdiği küçük bir not kâğıdını çıkardı. Katlarını açtı, parmaklarının ucuyla hizaladı. İçinden usulca okudu.
Ve ilk defa… hayatında yalnız hissetmedi. Çünkü etrafında koca bir ülkenin evlatlarıyla birlikte, aynı ranzada
Bir haftadır Şırnak’taki askeri birlikte olan Ali, artık biraz daha alışmıştı. Sabahın erken saatlerindeki disiplin, akşamın yorgunluğunda arkadaş sohbetlerine dönüşüyordu.
Koğuşun küçük bir odasında, ranzaların arasında toplanmışlardı. Ali, yeni arkadaşlarını tanıyordu artık.
Mehmet (22 yaşında, Tokatlı): Sert mizaçlı ama güvenilir. Uzun boylu, kaslı, gözlerinde hep bir tebessüm vardı. Olgun kadınlara düşkündü; sık sık koğuşun dışındaki teyzelere laf atar, ama lafı hiç geçmezdi. Herkes onu “Abi” diye çağırırdı.
Serkan (20 yaşında, İzmirli): Çok konuşkan, şakacı, hafif piç ruhlu. Kadınlara karşı her zaman bir “efsane” olduğunu düşünürdü. Sıklıkla şehirde yaşadığı hayatı, partileri, kızları anlatırdı. Ali’yi de zaman zaman bu şakalara maruz bırakırdı ama altında iyi niyet vardı.
Caner (21 yaşında, Malatyalı): Sessiz, ağır başlı, akıllı. Askerliği çok ciddiye alanlardan. O, olgun kadınlardan hoşlanmazdı, daha çok sade hayatı tercih ederdi. Ancak onun sessizliği ve dengeli tavrı, Ali’nin kendini rahat hissetmesini sağlıyordu.
Ali’nin iç dünyası biraz karmaşıktı. Mehmet ve Serkan’ın kadınlarla ilgili şakaları bazen canını sıksa da koğuşun havasını yumuşatan unsurlardı. Caner ise Ali’ye kardeş gibi yaklaşıyor, onu her konuda destekliyordu.
Bir akşam, koğuşta Mehmet yine laf soktu:
— Ali, görmedin mi şu emekli öğretmeni, nasıl da giyinmiş? O yaşta hâlâ genç kız gibiydi, valla helal olsun.
Serkan hemen ekledi:
— Abi, ben bi keresinde 40 yaşındaki teyzeyle… (gülüşmeler) Eh, neyse, olay şöyleydi…
Ali hafifçe gülümseyip cevap verdi:
— Vallahi ben toprakla uğraşmayı severim. Kadınlar beni pek ilgilendirmez.
Ama Caner göz kırptı:
— Kardeşim, yaşadıkça değişirsin. Her şeyin vakti var.
Mehmet, elindeki sigarayı çevresine göstererek:
— Abi, şu askeriyede bile işin komik tarafı, genç kız yok, hep olgun ablalara denk geliyoruz. Siz hiç gördünüz mü o yaşında ama hala genç kız gibi giyinen teyze tiplerini? Vallahi ben bi keresinde komutanımızın eşini gördüm, nasıl bakıyor ama…
Serkan kahkahayla atıldı:
— Valla, ben de geçen gün kantinde bir teyze vardı. Sırf bana bakıyor diye kafamı döndüm. Herkes güldü tabii.
Oğuz parmağını havaya kaldırdı:
— Abi olgun kadın dediğin şey, kendine güvenen, bilge, ama hâlâ çaktırmayan olur. Geçen şehirde bi kafede gördüm, nasıl bir duruşu vardı anlatamam.
Burak, ağır bir nefes aldı ve ciddi ciddi dedi ki:
— Kardeşler, o olgunluk işte… Sadece dış görünüş değil, insanın hayatı taşıması. Benim Mahallede siktigim olgun milf var, ondan öğrendim. Zor kadınlar ama sevdi mi canını verir.
Caner ise biraz çekingen:
— Ben kadınlarla pek dalga geçmem. Ama Mehmet’in dediği gibi, komutanın eşi bazen gelip kantinde olur, herkes ona bakar.
Ali, bunları dinlerken içinden gülümsüyordu. Kadınlar üzerine konuşulan bu muhabbetler, onu biraz rahatsız etse de, askerlik ortamının doğal bir parçasıydı. Ancak en çok dikkatini çeken, Mehmet’in olgun kadınları anlattığı hikâyelerdi.
Bir başka akşam, Mehmet Ali’ye fısıldadı:
— Bak Ali, buralarda kadınlar ikiye ayrılır. Ya genç, çok genç, ya da işte bizim gibi adamların gönlünü çelen olgun hanımlar. Dışarıda, şehirde bazen öyle güzel ablalar var ki… Duydum ki bir tanesi askeriyeye bile uğruyor, özel işlerle. Sanki başka bir dünya gibi.
Ali, gözlerini kısıp cevap verdi:
— Ben pek öyle şeylerle uğraşmam Mehmet. Köyüm, toprağım, ailem başka.
Mehmet gülerek:
— İyi kardeşim, zaman ne gösterir bakarsın sen de değişirsin.