← Ana Sayfaya Dön

MİLLİ PİYANGO 2

📌 MİLLİ PİYANGO (ÖZEL)

Aradan geçen bu 10 yıla geri dönüp baktığımda ise yurtta yaşadığım anılar unutulacak gibi değildi. Devletin atadığı rehber öğretmen eşliğinde yurda götürüldüğüm günü hatırlıyorum. Konya, diğer büyük şehirler gibi gelişmiş ve kalabalık değildi. Yüzölçümü büyük olduğundan çoğu yer ova ve köy tarzında, eskide kalmıştı. İnsanlar geçimini tarım, hayvancılık ve fabrikada çalışarak sağlıyordu. Bu sebeple kaldığımız yurtlar o kadar da yeni binalar değildi; TOKİ'nin 20 yıl önce yaptığı binalardı. Bizim kaldığımız bina 3 bloktan oluşuyordu. Yaklaşık 200'e yakın benim gibi çocuk vardı. Binada katı kurallar vardı; devlet yetiştirme yurdu olduğu için kurallara katı ve sert yaklaşılıyordu. A blok 0-5 yaş arası, B blok 6-12 yaş çocuk grubu, C blok ise 13-18 yaş yetiştkin grubu olarak sınıflandırılmıştı.

"Yurda ilk teslim olduğumda o kadar çaresiz, o kadar yalnız hissettim ki anlatamam, anlatamazdım da. Derdimi bir tek annem anlardı ama o da gözlerimin önünde can verdi. Çok geceler ağlayarak geçirdim vaktimi, kimseyle konuşmuyor, doğru düzgün yemek bile yemiyordum. O an aklıma geldikçe annemin üzüntüsü, artık yavaş yavaş babama karşı öfkeyle dolmaya başlamıştı. İlk başlarda üzgün olan ben, zamanla hırçın bir hal almaya başlamıştım. Yurt da 2-3 haftam böyle geçmişti. İlk başlarda ısrarla konuşmaya çalışan rehber öğretmen ile psikolog, şimdi ise öfkemi kontrol etmem için ısrarla benimle konuşuyorlardı. Psikolojim iyice bozulmuştu, her önüme gelene sataşır, dalaşır olmuştum."
1 hafta sonra okullar açılmıştı. Devlet beni yakın çevredeki bir devlet okuluna yerleştirdi. Her sabah aynı vakitte kalkar, beslenmemizi paket halinde alırdık. Eski bir otobüse 40 kişi bindirilip tıkış tıkış, şafak vakti askeri operasyona gider gibi okula götürülürdük. Akşamüstüne doğru otobüs gelir, hepimizi toplar, aynı şekilde yurdun önünde bırakırdı. Yurdun kurallarından biri akşam 20.00'den sonra dış kapının kapanmasıydı. Bahçe açık olurdu; bahçede durmanın saati 22.00'ye kadardı. Ondan sonra iç kapılar kapanır, yurtta sadece nöbetçi çalışanlarla 1-2 görevli öğretmen ve güvenlik kalırdı. Saat 22.00'den sonra bahçede 1 kişiyi bile bırakmazlardı. Herkes odalarına çekilir, sabah saat 05.30-06.00 arasında kaldırılıp 07.00'de okulda derste olurduk.
Okuldaki bazı hocalar bizden tiksinir ve çekinirlerdi. İlk başta çocuk olduğum için anlamazdım ama büyüdükçe her şeye aklım ermeye başlamıştı. Sınıftaki diğer veliler çocuklarını bizden sakınır, "Onlar bitli, onlar pis" diye bizi kendi çocuklarından soyutlarlardı. Bu durum öğrenciler tarafından da bizlere yansıtılır ve yurt çocukları olarak dışlandığımızı hissederdik. Okulda en ufak bir olayda yurttan gelen bir çocuk varsa o suçlu, o haksız ve o mazlum olurdu. Bizim de yurttaki çocuklar olarak kendi aramızdaki bağımız oradan daha iyi hale gelmeye başladı. Eskiden yurtta çok kavga ederken şimdi sadece okulda çocuklarla kavga eder, yurttan olan diğer çocukları koruyup kollardım. Arda da onlardan biriydi; Arda içine kapanık ve çok pasif bir çocuktu. Arda'nın en yakın arkadaşı ise Merve'ydi. Bizim üçlü grup arkadaşlığımız o günlerden bugüne kadar geldi. artık yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi.
Yurttaki odalarda erkek ve kız bölümleri ayrıydı. Bina 6 katlıydı; ilk 4 katı erkekler, son 2 katı kızlara ayrılmıştı. Erkek nüfusu daha fazlaydı. Bizim odalarımızda 2 ranza vardı, 4 kişi kalıyorduk. Bazı odaların büyüklüğüne göre 3 ranza, 6 kişi de olabiliyordu. Devlet her ay cüzi bir miktar hesaplarımıza para yatırıyordu. Bunlar da sağlık veya kılık kıyafet, iç çamaşırı için harcanıyordu. Üstüne kalan parayı günlük olarak rehber öğretmenden veya görevli hocalardan harçlık olarak alıyorduk.
Yurdun anasını dediğimiz eskiden de okulda sınıf anası vardı. O iki kadını da gram sevmiyorum. Sınıf anası Şerife, yurdun anası da Müşerref diye bir kadındı. İkisi de 45-50 yaşlarındaydı. Sınıf anası, diğer velilerin çocuklarını pamuklara sararken, yurttan gelen çocukları hep dışlıyordu. Yurttaki yurdun anası da Müşerref denilen haysiyetsiz kadın, o kadar gaddar, ketum birisiydi ki, çok kez bize dayak atıyordu. Okulun müdürü İlhan Bey diye biriydi, o da aynı şerefsizlerden biriydi. Her sabah otobüse binerken bize bağırıp çağırırdı. Bu yıllar benim için çok kötü geçti, derslerim çok iyi değildi zaten. Sınıf öğretmenleri yurttan gelen çocuklarla uğraşmamak için çoğu öğrenciyi 1. sınıfta derste bıraktı. Ben de onlardan biriydim. Merve ile arda'da sınıfta kalmıştı, tekrardan 1. sınıfı okuyacaktık. Okuma yazmayı tam öğrenememiştim, okulda ne gördüysem oydu. Eğer annem olsaydı, öğretirdi bana diye hep üzülerek yatağa gidiyordum. Aklıma babam geldikçe, işi daha çok inada bindirip "alayınızın amına koyacağım" diye celalleniyordum.
13 yaşıma kadar hayatımı her gün sorguladım. Her günüm annemi anmakla, babama küfür etmekle geçti. Bu süre zarfında babamın ailesi ile ilgili bir detay daha öğrendim; meğer babam hapisteyken amcama vekillik vermiş. Ankaradaki amcam, babamın yerine geçip o hapisteyken onun işlerini yürütmeye devam etmiş. O şerefsiz yok mu, o şerefsiz! Babam amcamla defalarca bana para yollamış, amcam şerefsizi ise "Parayı veriyorum yeğenime, iyi bakıyorum, sen merak etme" diyerek tüm parayı kendi kızına, oğluna, eşine yedirmiş.
Bu durumu babamın çalıştığı dönemdeki şefi ziyaretime geldiğinde anladım.

-Görevli: İbrahim, ziyaretçin var, bekleme odasında seni bekliyor.

(Yıllar sonra ilk defa biri ziyaretime gelmişti, o gün şaşırmıştım. Bu zamana kadar kimse ziyaretime gelmemişti. Hem annemin akrabaları hem de babamın akrabaları unutulmuş, dışlanmış bir çocuk olarak bekleme odasına doğru gidiyordum.)

Bekleme odasına gittiğimde bir adam oturuyordu.
( Beni görünce )

-Şef: Ooo İbrahim, görmeyeli ne kadar büyümüşsün!

-Şef: Merhaba.

-Ben: Merhaba, ben sizi tanıyamadım, kimsiniz?

-Şef: Ben babanın zamanında plastik fabrikasında çalışırken şefiydim, şimdi ise baban benim patronum oldu.

-Ben: İyi de bana ne bundan, hem o adam artık benim babam değil.

-Şef: Gerçi buraya ben gelmeyecektim, normalde her hafta amcan geliyordu. Amcan babanın yerine vekillik yaptığı için diğer ortaklarla beraber İstanbul'da bir sözleşme için gitmesi gerekti, onun yerine ben geldim.

(Şefin elinde bir zarf vardı.)

-Şef: Al, bunu baban yolladı.

-Ben: Nedir bu?

-Şef: Her hafta amcanın getirdiğinden işte.

-Ben: Birincisi, o adam artık benim babam değil demiştim. İkincisi, amcamı yıllardır görmüyorum, ne her hafta gelmesi, ne saçmalıyorsun sen?

(Şef bu tepkime şaşırır.)

-Şef: Amcan her hafta buraya sana zarfın içinde para getirmiyor mu?

-Ben: Ne alaka, yok getirmiyor. Amcamı gördüğüm yok, o şerefsizin parasına da ihtiyacım yok. Bugüne kadar arayıp sormamış, şimdi mi aklına gelmiş?

-Şef: Benim bildiğim, baban amcana vekaletini verdikten sonra her hafta düzenli olarak para getiriyordu; hatta şirketteki giderlerde senin ismin geçiyor.

(Şef bu duruma baya şaşırdı, tekrardan zarfı bana doğru uzattı.)

-Ben: İstemiyorum o pezevengin parasını, dedim. Anlamıyor musun? Amcana da selam söyle, öyle. Amcanın amına koyayım ben, aç köpek, paragöz şeytan, alsın bu parayı da amcam anasının amına soksun.
(bu tepkime şef şaşırır, biraz sinirlenir)

- Şef: Benim görevim sana bu zarfı getirmekti, masaya bırakıyorum, ister al ister alma.

(Hadi benden müsaade diyerek masadan kalkıp dışarı doğru çıktı.)

İstemeye istemeye gidip zarfı aldım. İçini açtığımda içinde 1.500 TL para vardı. Parayı cebime koyup kendi odama çıktım. Para elimde oturdum, düşündüm ne yapmalıyım diye. Çok geçmeden parayı saklamak geldi aklıma. Hiç bu yaşıma kadar toplu para görmemiştim, en azından bu kadar para geçmemişti elime. O kadar düşündükten sonra parayı koyacak yer bulamadım, en son yastığımın altına sakladım.
Hafta sonu olduğu için dışarı çıkmamıza izin veriliyordu, çarşıyı gezebiliyorduk. Günlerden cumartesiydi, yine çarşıya internet kafeye gittim. Çocuklar CS oynuyordu, cebimde çok param yoktu, ayakta onları izliyordum. İnternet cafeci arada gelip bizi dışarı çıkartıyordu. O bizi dışarı çıkardıkça, 5 dakika sonra içeri girip tekrardan oyun oynayan çocukları izlerdim. İnternet cafeci bu sefer sesini yükselterek "Ayakta beklemeyin" diyerek dışarı çıkardı. Sokakta yürürken birkaç arkadaşı gördüm, ellerinde dondurma ve yiyecek ile geziyorlardı. Öyle boş boş gezerken aklıma yastığın altındaki para geldi. Kendi kendime "Neden kullanmıyorum?" dedim ama bir yandan da içim "O şerefsizin parasına ihtiyacın yok" diyordu. Yurda dönene kadar aklımda 40 kere düşündüm ne yapsam diye. En son gidip yastığımın altından 100 lira alıp dışarı çıktım. Kendime bir şeyler alırken okulun bahçesinde Arda ile Merve'yi gördüm. Bir hevesle yanlarına koşup "Çocuklar, gelin size dondurma ısmarlayayım" teklifinde bulundum. O gün akşama kadar yedik, içtik, gezdik. 100 lira bitene kadar her şeyi yaptık. (Bu arada 10-15 yıl öncesinden bahsediyorum, o zamanın 100 lirası ile birçok şey yapılıyordu.) Merve parayı nereden bulduğumu sordu, Arda ise keyfinden memnundu. "Boşverin orasını" diyerek geçiştirdim. Yurdun önüne gelmiştik, hepimiz kendi odamıza geçtik. Artık çocuk yurdundan yetişkin yurduna geçtiğimiz için Arda ile odamız aynıydı. Merve yine kızların kaldığı odalarda kalıyordu. O gün benim için çok güzeldi, sevdiğim insanlarla çok güzel vakit geçirmiştim. Yarın için söz alıp aynısını tekrardan yapacaktık. Bu sefer güne erken başlayacağımız için Luna Park'a, oyun salonuna, eğlence mekanlarına her yere gidecektik. Sabah olmuştu, yanıma bu sefer 200 TL aldım. Geriye kalan parayı saydığımda daha 1.200 TL vardı. Her şey bir an para ile daha güzel olmaya başlamıştı benim için.
O gün sabah erkenden çıkıp çocuklarla beraber günümüzü gün ettik. Akşam olmuştu, yurda gelip odalara dağılmıştık. Yurtta odaya girdiğimde başıma kaynar sular dökülmüş gibi oldu; yatakların çarşafları değişmişti. Her hafta pazar günü çarşaflar değişirdi, ben bunu nasıl unuttum diye kendime kızarken koşarak gidip yastığımın içine baktım ama para yoktu. Altına kaldırdım, yok; yukarı kaldırdım, yok; yatağı komple söktüm, yine yok. Dolabıma koymuştur belki temizlikçi abla diye dolabıma baktım, orada da yoktu. Arda şaşkın bir şekilde bana bakarak ne aradığımı anlamaya çalışıyordu. Direkt odadan çıkıp kendime kızarak "Nasıl unuturum?" diye söyleniyordum. Bir anlık hevesim yüzünden aklım başımdan uçmuştu.
hemen görevlinin yanına gidip,

"Abi, sana para bıraktılar mı?"

-Görevli: "Ne parası?"

"Abi, benim param vardı, 1.200 TL yastığımın içindeydi, şimdi yok. Çarşaflar değişmiş, belki temizlikçi abla sana bırakmıştır."

-Görevli: "Benim bildiğim yok. Tek bildiğim, yurdun annesi Müşerref Hanım ile konuşuyordu. Temizlikçi belki ona vermiştir, yarın sabah geldiğinde ona sorarsın."

Tamam diyerek kendi odama geçtim. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabah olmuştu, herkes uyandırılıp kahvaltı hazırlığını alıp otobüse bindirilecektik. Yurdun annesini Müşerref'i bekliyordum, sonunda o da gelmişti. Hemen yanına koşup parayı sordum.

-Müş: "Ne parası? Ben para filan görmedim."

-"Görevli abi, temizlikçi ablanın sana verdiğini söyledi. Nasıl görmedin abla?"

-Müş: "Görmedim dediysem, görmedim. Sen bana iftira mı atıyorsun?"

-"Hayır, sadece soruyorum."

-Müş: "Hem sen o kadar parayı nereden buldun? Yoksa çaldın mı?"

-"Ne alakası var? Hırsız mıyım ben? Tüm biriktirdiğim paramdı, o benim."

-Müş: "Her neyse, çocukları otobüse bindirmem gerek. Şimdilik uğraşamam, okuldan sonra bakarız çaresine."

Okula gittim ama aklım hala paradaydı. O gün hiç derslere filan odaklanamadım. Olayı rehber öğretmene, müdüre kadar taşıdım ama sonuç alamadım. Üstüne hırsızlıkla itham edildim. O kadar para, ben de ne gezermiş diye damgada yedim. En son utana sıkıla babamın yolladığını söyledim.

-Müdür: "Eğer baban o kadar para yollayabiliyorsa, seni ne diye yurtta tutuyor? Gitsin versin özel yurda."

-"Bilmediğiniz konular var, müdürüm."

-Müdür: "Her neyse, İbrahim, olan olmuş, biten bitmiş. Kimseyi zan altında bırakma. Buradaki insanlar yıllardır çalışıyorlar. Böyle şeylerle kimseyi itham edemezsin. Bundan sonra paranı yastığının altında değil, daha güvenli bir yerde saklarsın. Şimdilik bittiyse çıkabilirsin."

-"Tamam, müdürüm." diyerek odadan çıkıp yatağıma gittim.

Olayı daha sonra bir şekilde öğrendim. Parayı temizlikçi kadın almış, Müşerref'e durumu anlatmış. Müşerref de parayı ikiye bölüp, "Kimseye çaktırma, duymadın, bilmiyorsun," diyip kadını yollamış. O şerefsiz amına koyduğum karısından her şey beklenirdi zaten. Neyse ki çok geçmeden okul müdürünün ataması geldi; oda ayrı bir şerefsizdi zaten. Onun yerine Münevver Hanım geldi. Münevver Hanım adeta cennetten gelen bir ikram gibiydi bize. Öyle şefkatli, öyle narin bir kadındı ki, okuldaki tüm art niyetli insanları teker teker yolladı. En başta bu şerefsiz kadın Müşerref'i yolladı. Onun yerine dünyalar tatlısı, ikinci annem olan Hafize Abla gelmişti. O kadında yıllardır görmediğim anne şefkatini yaşatmıştı bana.

Yorum Yap

Yorumlar