Sabahın erken bir saatinde odanın kapısına vurulmasıyla uyandık. Hatta kapıya vurulmuyor, resmen yumruklanıyordu. Müstakbel kayınvalidemdi kapıdaki. Gün yeni ışımaya başlamıştı. Hanımağa aceleyle kalktı ve çarşafa sarınarak kapıyı açtı. Annesi onu dışarı çekti. Kapının önünde fısıltılı halde birkaç dakika konuştular.
Yanıma döndüğünde ne olduğunu sordum. Annesi telefonunu getirip eline tutuşturmuştu. Telefonu elinde evirip çeviriyordu. Canı sıkılmışa benziyordu. “Kulübün önünde silah atmışlar!” dedi. “Kim atmış? Ne silahı!” dedim heyecanla.
“Kim olacak Halil Ağa’nın adamları belli ki... Arabayla gelmişler, kapıya doğru birkaç el sıkıp kaçmışlar... Bizimkiler arkasından ateş etmiş ama kaçmış şerefsizler... Bunlar işte böyle kancık böyle kahpe insanlardır... Karşıma çıkmaya cesareti olmadığı için itlerine silah sıktırıyor... Neyse, önemli bir şey değil... Polis gelmiş, zabıt falan tutulmuş, müdür ifade vermiş, benim de ifademe başvuracaklarmış...!”
“Orospu çocuğu!” dedim öfkeyle. Yanağımı okşayıp “Bakıyorum celallendin!” dedi gülerek. “Bu yaptığı yanına kâr mı kalacak peki!” dediğimde “Dur hele... Her şeyin bir yeri zamanı var... İntikam da alacaksan önce küllerin soğumasını bekleyeceksin... Bu şekilde bana gözdağı vermeye çalışıyor... Doğrudan bana saldıracak ne yüreği ne götü var onun... Elbet benim de harekete geçeceğim zaman gelecek... Ama şimdi değil, her şeyin zamanı var...!” diyerek yanıma uzandı.
“Kalkmayacak mıyız!” dediğimde “Ne kalkması, bu saatte sikseler kalkmam, yorgunluktan ölüyorum!” dedi. Sessiz olmamı işaret ederek kulüp müdürünü aradı. Müdür kendisini birkaç kez aramış ama telefon mutfakta ceketinin cebinde kaldığından duymamız mümkün olmamıştı. O da kapıdaki adamlardan birini aramış, adam da evin ziline basınca annesi uyanmıştı. Geceki sevişmemizin rehavetiyle uykuya öyle dalmıştık ki annesi kapıyı yumruklamasa uyumaya devam edecektik.
Müdür herhangi bir sıkıntının olmadığını, yalnız o sırada çıkmakta olan birkaç müşterinin korktuğunu, kapının üstündeki ışıklı tabelaya merminin geldiğini, kendilerinin de karşılık verdiklerini ama adamların karanlıktan faydalanıp gazlayıp kaçtıklarını söyledi. Ancak adamlarımızdan biri arabanın plakasını almayı başarmıştı. “Oradan bir şey çıkmaz!” dedi Hanımağa. “Ya sahte plakadır ya da çalıntı, o önemli değil, kaç kişiydiler, tanıdığınız birine benziyorlar mıydı!” diye sordu.
“Yok Hanımağam, tanıdık, öyle şunun bunun adamıdır diyebileceğimiz tipler değildi. Eline üç beş kuruş tutuşturulup üstümüze salınmışlar belli ki, üç kişiydiler, biri şoför!” dedi müdür Hanımağa’nın sorusuna karşılık. “Neyse, geçmiş olsun... Ben uğrarım gün içinde, birkaç işim var bugün, sonra konuşuruz, adamların sayısını artır, kuş uçmasın etrafta!” diyerek direktif verdi Hanımağa. “Baş üstüne Hanımağam!” diyerek kapadı telefonu müdür.
Hanımağa başını göğsüme koydu. “Bu işler böyle işte. Sen birinin ayağına basarsın, o da senin ayağına basmaya kalkar. Böyle sürer gider. Ta ki biri oyundan düşene kadar. Bu zamana kadar kimse beni oyundan düşüremedi, bu saatten sonra da düşecek değilim!” dediğinde “Senin kılına kimse zarar veremez!” dedim alnını öpüp çıplak omzunu okşayarak.
“Annene de ayıp oldu, böyle yakalandık!” dediğimdeyse “Ne ayıbı, bilmiyor mu ne yaptığımızı, karı koca oluyoruz artık, birbirimizin helaliyiz!” dedi gülümseyerek. Ardından doğruldu ve dudağıma bir öpücük kondurdu. Öpücüklerinin sayısı artmaya başlayınca “Hayırdır, azdın mı sabah sabah!” dedim saçlarını çekiştirip. “Çok azdım, dün gece bir şey anlamadım!” dedi pis bir sırıtış eşliğinde.
Üzerime çıktı. Dudaklarımı kanatırcasına emip dilimi emdi, vakumladı uzun uzun. Sımsıcak nefesi yüzümü yalarken ben de kalçalarını, götünü okşayıp avuçluyordum. Dolgun memelerinin etli uçları göğsümü gıdıklıyordu. Kontrol tamamen Hanımağa’da idi. Dudakları boynuma indi, boyun etlerimi vakumladıktan sonra omuzlarımı ve çıplak göğsümü öpüp yaladı. Meme uçlarımı dilledi bir erkek gibi.
Aşağı kaydı üzerimde, dudakları karnıma indi. Göbek deliğimin etrafına dil darbeleri atarken sarı saçlarının arasına soktum ellerimi, adeta masaj yapar gibi okşadım başını. Yarağım kalkıyordu ağır bir vinç gibi. Hanımağa’nın dudakları onunla buluştuğunda zirvesine yaklaşmıştı. Ustalıklı saksosu sayesinde o da oldu. Kalbim yarağımda atıyordu.
Boğazının diplerine kadar alıyordu yarağımı ağzına. Gözlerini üzerime dikmişti bu anda. Bense başına masaj yapmaya devam ediyordum. Taşaklarımı sıkıp avuçluyor, ara ara yarağımı bırakıp onları alıyordu ağzına. Yarağım ve taşaklarım, kasıklarım ıslak ıslak olmuştu. Yavaşça kalktı, sağ dizinin üzerinde doğrulup yarağımı eliyle amına hizaladı. Kolayca amının yağlanmış gibi kaygan ve demir gibi kızgın deliğine giriverdi yarağım.
Hanımağa derin bir “Ihhh!” sesi çıkarırken üzerimde ileri geri yaylanmaya başladı. Ellerimi karnında ve memelerinde gezdirirken o da saçlarını tutup çekiştiriyor, dudaklarını emiyordu. Bacaklarımı kendime çekip iki yana açtım, ellerimi sırtına atıp kendime çektim ve alttan pompalamaya başladım. Hanımağa şimdi daha da zevk almış şekilde inliyordu.
Yarak darbelerimin sesleri koca evin sessizliğini bozuyordu. Ancak bu güzel anlar uzun sürmedi. Hanımağa erken saldı kendini, ağırlığını üzerime bırakırken ben de boşalıverdim. Sabah seksimiz güzel ama kısa sürmüştü. Boynunu, yanaklarını öptüm. Sıkıca sarıldık, üzerimden aldım ve yatağa uzattım müstakbel karımı.
Bir süre dudak dudağa öpüştük. Hanımağa’nın gözlerinde azgınlığın yerini şimdi şefkat ve sevgi almıştı. Saçlarımı okşarken “Seni çok seviyorum!” deyip durdu birkaç defa. Genç bir kızın narinliği ve kırılganlığı vardı bakışlarında. “Ben de!” dedim her sözüne karşılık...
Yeniden uykuya daldık ama en fazla yarım saatlik bir tavşan uykusuydu bu. Hanımağa banyoya geçip yıkandıktan sonra ben de güzelce yıkandım. Odaya döndüğümde Hanımağa giyinmişti bile. Siyah uzun ve bol bir etekle koyu mavi gömlek giymiş, saçlarını tepeden bağlamıştı. Makyaj aynasının önünde oturmuş makyaj yapıyordu. Makyajı bitince üzerine beyaz yazlık ince bir ceket giydi. Çekmeceden aldığı büyük bir türbanla başını bağladığında bambaşka bir kişiliğe bürünüverdi.
“İmamla şahitler gelecekmiş birazdan. Nikah kıyılacak, ondan sonra çok işimiz var!” dediğinde “Kapının önünde adamların var, içeriye imamın girdiğini görünce ne düşünürler!” diye sordum. “Korkacak bir şey yok. Dün geceki mevzudan sonra annem eve Kuran okuması için hoca çağırdı diyeceğiz sadece. Anladın mı? Annem arada sırada yapar bunu zaten. Dikkat çekmez!” deyince “İnşallah!” dedim.
Hanımağa eteğini kaldırıp kalçalarına gelen ince ten rengi çoraplarını giyerken ben de giyindim. Çok kısa bir zaman sonra imam nikahı ile olsa da karım olacak kadına baktım uzun uzun. Bunu fark etti, “Hayırdır, ne bakıyorsun öyle!” diye sordu gülerek. “Hiç!” dedim başımı sallayarak.
Kayınvalide kalkmış sofrayı hazırlamıştı. O da kızı gibi başını örtmüş, kapalı bir elbise giymişti. Kahvaltı yaparken kapı çaldı. İmam ve iki şahitle Hanımağa’nın adamlarından biri kapıdaydı. Kayınvalide “Hoca Efendi Kuran okuyacak!” dediğinde adam “Tamam Anne, Allah kabul etsin!” diyerek görev yerine doğru gitti.
Yaşlıca biriydi İmam, yanında da takım elbiseli iki adam vardı. Sırayla hocanın elini öptük. Hoca kayınvalideyi tanıyordu, kısa bir süre hoş beş ettiler, tabii Hanımağa’yı da tanıyordu ve onunla çekinerek konuşuyordu.
Salonda perdeler çekiliyken iki adamın şahitliğinde Hanımağa ile nikahımız kıyıldı. Bu sırada kayınvalidenin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Adet yerini bulsun diye Mehir olarak Hanımağa’ya bir külçe altın vereceğime söz verdim. Hanımağa yukardaki kasadan yüz bin lira para ve küçük naylon bir torba içinde yarım ve çeyrek altınlar getirdi ve bunu hocaya verdi. Hoca para ve altınları keyifle alıp ceketinin ceplerine sıkıştırdı.
Kayınvalidem “Hocam daha önce de konuştuğumuz gibi bu işin duyulmaması lazım. Eğer öyle olursa tatsızlıklar yaşanır!” dediğinde Hocanın keyfi kaçtı, yüzünde korku belirdi. Açık açık tehditti bu çünkü. “Merak etmeyin, Yüce Allah ve bizden başka kimse bilmeyecek!” diyerek yanındaki adamlarla beraber çıktı evden.
Artık karı koca olmuştuk. Kayınvalidem ikimizi de öpüp bağrına bastı. “Ah, keşke torun yüzü de görebilseydim!” dediğinde “Aman anne, sen bunu gördüğüne şükret!” dedi Hanımağa. Ardından yeni gelin olarak bize Türk kahvesi yaptı.
Hanımağa yani Nurcan artık nikahlı karımdı. Karımın teyzesi şimdi ikinci karım olmuştu. Adana’ya gelirken aklımın ucundan geçmeyecek olan şey şimdi tamamen gerçek olmuştu.
Kahvelerin ardından kalktık ve dışarı çıktık. Evrak çantam elimdeydi, silahım da içinde. Kapının önünde içi adamlarımızla dolu bir minibüs ve üç araba vardı. Zırhlı Mercedes’e atlayıp yola koyulduk. İlk durağımız dün gece silah sıkılan kulüp olacaktı...
Kulübün önünde müdür karşıladı bizi. Olay olduğundan beri kulübü terk etmemişti. Işıklı tabeladaki kurşun delikleri gözümüze çarptı hemen. Kapının hemen üst tarafına da bir mermi isabet etmişti. Müdür Hanımağa’ya olanı biteni bir kez daha anlatırken ben etrafa göz gezdirdim, ardından içeri girdim. Temizlik yapıyordu garsonlardan birkaçı. Onlar da korkmuşa benziyordu.
Biraz sonra Hanımağa da müdürle içeri girdi, etrafa göz gezdirdi. Garsonlar korku dolu gözlerle onu izlerken o kendinden emin ve kararlı adımlarıyla arka taraftaki odasına geçti, biz de peşinden.
Hanımağa koltuğuna oturdu, müdür ve ben de karşılıklı oturduk. Hanımağa “Söyle viski göndersinler!” dedi müdüre. Müdür hemen yerinden kalkıp garsonlara seslendi. Az sonra bir tepsi üstünde üç kadeh buzlu viskimiz hazır olmuş, önümüze konmuştu. Sabahın olmasına rağmen gergin ortamdan dolayı Hanımağa viskisinden derim yudumlar aldı, ben de öyle.
Derken avukat ve kumarhane müdürü içeri girdi. Hanımağa yolda Cavit’i aramış kulübe gelmesini istemişti. Avukat emniyette yapılacakları, söylenmesi gerekenleri Hanımağa’ya anlattı, ona göre ifade verecekti çünkü. Halil Ağa ile bir savaş başlamıştı ama bu emniyete söylenecek bir şey değildi. Onun yerine yoldan geçen birkaç serserinin ateş ettiği, adamların da karşılık verdiği, basit bir suçmuş gibi anlatılması gerektiğini söyledi avukat.
Hanımağa sessizce dinledi avukatın sözlerini. Ardından kumarhane müdürüne güvenlik önlemlerini en az iki katına çıkarmasını, üstü aranmadan kimsenin içeri alınmamasını, etrafa da gezici adamların konmasını söyledi emredici bir tonda. Halil Ağa kumarhanenin yerini polise ihbar edebilirdi. Gerçi Halil Ağa Abuzer gibi aptal değildi. Bunu yaptığı vakit kendi oğullarının Abuzer’in eski kireç madeninde çevirdikleri bir takım pis işlerin polise uçacağını tahmin edebilirdi. Yine de tetikte olunmalıydı.
Birlikte emniyete geçmek için kalktık. Kalabalık bir halde gitmenin doğru olmadığını söyledi avukat. O zaman avukat bizim arabaya bindi, kumarhane müdürü Cavit ile kulüp müdürü de diğer arabaya. Diğer adamlarsa birkaç yüz metre arkamızdan bizi takip ettiler minibüs ve arabalarla.
Mercedes zırhlı olduğundan korkacak bir şey yoktu. Hanımağa “Bundan sana da bir tane alalım, o cipin içinde güvende değilsin!” dediğinde “Tamam, olur!” dedim. Son model Range Rover cipimi çok sevmiştim ama artık kelle koltukta bir hayatın içine girmiştim ve zırhlı bir araç doğru seçim olacaktı.
Hanımağa, avukat ve kulüp müdürü emniyete geçerken kumarhane müdürü bizim arabaya geçti. Ön koltuğa yerleşip “Nasılsın Abim, keyifler nasıl!” diyerek biraz da yaltaklanarak konuşmaya başladı. Konuşması kısa sürede Tamara’ya geldi. “İnşallah seni memnun etmiştir!” dediğinde başımı sallayıp memnun ettiğini gösterdim. Tamara konusunu nerden öğrendiğini sormadım, o da daha fazla ileri gitmedi.
Beklerken karım aradı. Çocukların beni çok özlediğini, hafta sonu için bilet aldığını, bir gece kalıp döneceklerini söyleyince “Bana sormadan niye böyle bir şey yaptın!” diye çıkıştım. Karım bunu beklemiyordu, çok sevineceğimi tahmin ederken böyle tepki vermeme şaşırdı. “Ne demek, ben senin karınım. Onlar da çocukların. Kaç zamandır babalarını görmüyorlar. Oraya gittiğinden, teyzemin yanında çalışmaya başladığından beri bir haller oldu sana!” dedi.
O zaman ben alttan alıp içinde olduğum durumu anlattım. “Gece kulübe silah sıktılar, teyzen şu an poliste ifade veriyor, ben de arabada bekliyorum. Yanımda silah taşıyorum artık!” dediğimde karımın “Hiiii, neeee!!!” şeklindeki çığlığı andıran tepkisi kulağımı tırmaladı. Yine de bunun çocukların beni görmesine engel olmayacağını, babalarını görmek istediklerini, hem kendisinin de teyzesini görmek istediğini söyleyince daha fazla uzatmadım. “Tamam, uçuş bilgilerini bana gönder, seni aldırırım havaalanından!” dedim...
Ondan sonra Pırıl aradı. Çok sıcak ve cana yakın bir sesle benimle buluşmak istediğini söyledi. “Hem işten konuşuruz hem de havadan sudan!” dedi sebep olarak. Yeni halim Pırıl’ı etkilemişti ve bunun etkisiyle bana sırnaşıyordu. Bana yakın olmakla benim gücümden, paramdan yararlanmanın hesabını yapıyordu. Şirkette patronun oğluna da bunun için yanaşmıştı. “Tamam, ben ararım seni!” diyerek kapadım telefonu.
Telefonum susmak bilmiyordu, şimdi başka bir kadındı, Seher’di arayan. “Aloooo, nasılsın canım abim, iyi misin!” diyerek iç gıcıklayıcı bir sesle halimi sordu. Gece olanları öğrenmişti ve geçmiş olsun demek için aradığını söyledi. “Hanımağa’mı aradım ama telefonu kapalı!” deyince “Emniyette, ifade veriyor!” dedim. “Aman canım abim, dikkat et kendine, sen bize lazımsın!” dedi cevabım üzerine.
Ardından da benimle konuşmak istediği meseleler olduğunu söyledi. “Ne meselesi!” diye sordum boş bulunup. Artık Adana’nın en büyük pezevengi olduğumu unutmuştum ve Seher de benim altımda çalışan birisiydi. “İşle ilgili canım abim, çözmemiz gereken konular var!” dediğinde jeton düştü bende. “Bugün muhakkak bekliyorum, çok önemli!” diyerek kapadı telefonu.
Cavit tüm bu konuşmalara şahit olmuştu. Alaylı bir şekilde “Kadın milleti insana dertten başka bir şey vermez. Çok şükür ben o işi kapattım!” dedi. “Boşandın mı!” diye sordum. “Boşandım abim, iki defa hem de. İlk karım Türk’tü. Çenesinden, dırdırından illallah ettim. İkincisi Rus’tu. Kıbrıs’ta tanışıp evlenmiştik. Dünya iyisi bir kadındı ne çenesi vardı ne de dırdırı ama ben yapamadım. Şimdi başım rahat!” dedi.
Cavit’in travesti ve erkeklerle takılan bir ibne olduğunu Hanımağa söylemişti. O nedenle kadın defterini kapattığını söylüyordu. Yüz göz olmamak için soru sormadım, geriye yaslanıp gözlerimi kapadım...
Hanımağa ve diğerlerinin gelmeleri iki saatten fazla sürdü. Geldiklerinde Hanımağa gergindi. Avukat ise bir şey olmamış gibi davranmaya çalışsa da o da rahat değildi. Cavit diğer arabaya geçerken avukat ön koltuğa oturdu. Şoför arabayı çalıştırıp yola koyuldu...
Hanımağa Abuzer hakkında kayıp ihbarında bulunulduğunu söylediğinde damarlarımdaki kan buz kesti. “Ne olacak peki!” diye telaşla sorduğumda Hanımağa iğrenir gibi baktı yüzüme. Avukat geriye dönüp elime vurdu, “Korkma Tuğrul Bey, bir şey olacağı yok!” dedi.
“Beklemediğimiz yerden gol yedik!” dedi Hanımağa ve benim telefonumdan Mevlüt’ü aradı, hoparlörden konuşarak Abuzer’i nereye gömdüklerini sordu. Mevlüt durumdan habersiz olduğu için Hanımağa’ya bunu söylemek istemedi, “Bilip de ne yapacan Hanımağam, öldü gitti işte, boş ver!” dediğinde Hanımağa arabanın içinde adeta kükreyerek “Bana bak ulan it, soruma cevap ver, yoksa seni de kardeşini de Abuzer’in yanına gömerim!” dedi.
Mevlüt gibi karanlık bir adam bir kadının bu şekil çıkışmasına karşılık vermeyecek biri değildi ama konuştuğu kadın Hanımağa idi. “Tamam Hanımağam, sinirlenme, senin başın derde girmesin diye ben söylemedim sana!” dedi süt dökmüş kedi gibi. Hanımağa’nın öfkesi kabardığında Mevlüt gibi yolda görsen karşı kaldırıma kaçacağın bir adam bile muma dönüyordu.
“Şimdi beni iyi dinle, o pezevengi gömdüğünüz yerden çıkarın, benim müteahhitle konuşacam, inşaatlardan birinin temeline atın, üstüne de beton dökün. Bu iş hemen bu gece hallolacak. Yolda kameralara, çevirmelere dikkat edin. İşi benim çocuklar organize edecek. Anladın mı!” diye sinirle ve kelimelerin üstüne basa basa söyledi. “Tamam Hanımağam, nasıl emredersen!” dedi Mevlüt ve kapattı telefonu.
“Amına koyduğumun ibnesi, oyun oynuyor benimle. Soru soruyorum, gevrek gevrek konuşuyor!” dedi öfkeyle. Avukata “Benim telefon artık dinleniyordur, bana temiz bir hatla telefon ayarla!” dedi. “Tamam, sen merak etme!” dedi avukat ağır bir tonda.
Sonrasında yine benim telefonumdan Karataş’taki müteahhidi aradı. “Beton lazım bu gece, elinde var mı!” diye sorduğunda müteahhidin sesinin titrediğini fark ettim. “Beton mu Hanımağam!” diye sordu ürkekçe. “Beton ulan beton, duymadın mı öküz, beton işte!” dedi Hanımağa ve müteahhit de “Ben inşaatların durumuna bakayım!” diyerek kapadı telefonu.
“Beton lazım!” şifreli bir konuşmaydı ve belli ki bu işi daha önce de yapmışlardı. Yanımda oturan ve daha birkaç saat önce dini nikâhıma aldığım kadının insanların yalnız infaz emrini vermekle kalmayıp onları inşaat temellerinde betona gömdürdüğünü öğrenmek beni ürpertti. Korkumdan sesimi çıkaramadım.
Bu kez avukatın telefonundan Ankara’daki milletvekillerinden birini aradı. Mevlüt ve müteahhide fırça kayan Hanımağa milletvekili ile çok saygılı ve alttan alarak konuştu. “Görüşmemiz lazım!” dediği milletvekili işlerinin yoğunluğundan Adana’ya gelmesinin imkansız olduğunu ama kendisini Ankara’da ağırlamaktan memnun olacağını söylediği vakit Hanımağa “Tamam, öyle yapalım, hemen bugün geliyorum Ankara’ya!” diyerek kapadı telefonu.
Bana dönüp “Benim Ankara’ya gitmem lazım. Bu işin daha fazla büyümeden kapanması gerek. Kapanması da Ankara’dan olur. Sen buradaki işleri halledersin!” dediğinde “Nasıl olacak!” diye sordum. “Nasıl olacağı var mı, kulüp, kumarhane, yeni kulübün inşaatı işte, buraları gez dolaş... Birisi sana yamuk mu yapmaya kalktı, ağzına sıç bırak... Sen artık benim vekilimsin, seni gören beni görmüş gibi olacak...
Kimseye sakın taviz verme, öyle yaparsan tepene çıkarlar... Bu işlerin en temelinde insanı yönetmek yatar... Silah, kanun, kuvvet bunlar sonra gelir... İnsanı yönetemezsen bitersin... Al işte, Abuzer ibnesini iyi yönetemedik ki başımıza işler açıldı...!” dedi ders verircesine.
“Seher aradı, benimle konuşmak istediği şeyler varmış!” dediğimde “İyi işte, git konuş, bir yerden başlamış olursun!” diye yanıt verdi. “Bir mesele daha var... Karım aradı, çocuklar beni çok özlemiş, bu hafta sonu gelip bir gece kalıp dönecek!” dediğimde suratıma ters ters baktı ama bir şey demedi. Uzunca bir zaman sessiz kaldıktan sonraysa “İyi, gelsin, gelsin bakalım!” dedi soğuk bir sesle. Kocasını paylaşmak istemeyen bir kadının üzgün ama çaresiz sesiydi bu.
Hanımağa beton dökme işini Güven’in organize edeceğini, beni de bununla ilgili bilgilendireceğini, kendisinin Ankara’da meşgul olacağını söylediğinde “Tamam, sen merak etme, ben hallederim!” dedim ama nasıl halledeceğimi bilmiyordum. Düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu.
Seher’in binasının önünde indirdi beni Hanımağa, peşime de bir araba verdi içinde üç kişinin olduğu. Üçü de silahlıydı ve nereye gitsem beni koruyacaklar, peşimden geleceklerdi. Hanımağa eve uğrayıp küçük bir bavul alıp hemen yola koyulacaktı.
Binanın önünde içi adamlarımızla dolu bir başka araba duruyordu. Seher’i korumakla görevliydiler. Beni görür görmez indiler arabadan. “Buyur abim emret, Seher ablamız güvende, emin ellerde!” dedi içlerinden biri. “Aferin, devam edin, kimseye göz açtırmayın!” dedim patron edasıyla. Gerçi onların patronuydum ne de olsa.
İçinde silahım olan evrak çantamla birlikte binaya girip asansöre bindim ve beşinci kata çıktım. Seher’in zilini çaldım...