← Ana Sayfaya Dön

ADANALI HANIMAĞA 19

📌 ADANALI HANIMAĞA (ÖZEL)

Uçağın inmesine bir saat kala havaalanındaydım. İç hatların bekleme alanında bir koltuğa geçip oturdum. Biraz telefonla ilgilendim, sonra da karımı aradım. İşyerindeki durumları anlattım.

Karım Pırıl’ı tanıyordu, “Fazla muhatap olma o orospuyla!” diye uyarıda bulundu. “Merak etme, zaten iki güne ayrılıyorum, sadece işleyişle ilgili bilgiler vereceğim kendisine!” dedim.

Bu gece kulübün sorumlusu ben olacaktım. Karım bu durumdan dolayı çok mutluydu. “Aşkım lütfen çok iyi çalış, dikkat et. İşini iyi yaparsan teyzem bizi zengin eder. Onun iyice gözüne girmeye bak!” dediğinde “Merak etme, en özverili şekilde çalışacağım!” dedim. Onun yatağına kadar girdiğimi bilmiyordu elbette.

Nihayet bir saatin sonunda İstanbul uçağı indi. Çok geçmeden yolcular görünmeye başladı. Derken Pırıl arkasında çektiği büyük bavuluyla göründü. Diğer elinde de büyük bir çanta tutuyordu.

Lise ve üniversite yıllarında modellik yapmıştı, şirkette övünerek anlattığı bir şeydi bu. Düzenli spor yapıp diyetine dikkat ediyordu. 35 yaşında olmasına rağmen fit bir vücuda sahipti.

Pileli mini siyah eteğinin üstüne göbeğini açıkta bırakan bordo renkli sıfır kol bluz giymişti. Patronun oğluyla ilişkisi olduğu dönemde memelerini silikonla büyüttüğü yönünde dedikodu çıkmıştı. Dar bordo bluzun altında sutyen takmamış gibiydi. Siyah topuklularının üstünde salına salına gelirken şişkin memeleri Songül Karlı’nınkiler gibi sallanıyordu. Sırtına inen dalgalı koyu sarı saçları üstten vuran ışıkların altında parlıyordu. Uzun ve biçimli beyaz bacaklarına yanından geçen kadın erkek herkes bakıyordu.

Beni görünce gülümsedi. Yanına gittim. Çantayı yere bırakıp sarıldı, yanaklarımdan öptü. Her zamanki pahalı Fransız parfümünün kokusu burnumdan ciğerlerime ulaştı saniyeler içinde. Adana’ya geldiğimden beri ilk kez yüz yüze görüşüyorduk.

“Naber tatlım!” dedi sıcak bir gülümseme eşliğinde. “İyiyim, sen nasılsın? Hayırdır, çok şıksın!” diyerek bavulunu ve çantasını kaptım. “Valla hayatım, sen pavyona gidelim deyince böyle giyindim, otele gitmeden oraya gitsek nasıl olur!” diye sordu. “Olur, nasıl istersen!” dedim.

“Sen de takım elbise çekmişsin akşam akşam, hayırdır, pavyona müdür mü oldun yoksa!” diyerek kahkaha attı. “Onun gibi bir şey!” dedim gülerek. Hanımağa hakkında bilgisi yoktu. “Mafyaya girmişsin!” dediğinde benim nasıl bir statüde olduğumu bilmiyordu. Bu akşam görecekleriyle ağzını açık bırakmak istiyordum.

Lüks cipim iç hatların karşısındaki otoparktaydı. Pırıl salına salına yanımda yürürken şirketteki işlerden bahsettik. “Ee, nerde senin araba!” diye sorunca “Şu karşıdaki!” dedim. Beyaz cipin heybeti yanına yaklaştıkça artıyordu. “Dalga geçme benimle!” dedi. Ceketin cebinden anahtarı bile çıkarmadan kapılar açıldığında Pırıl’ın yüzü değişti. “Siktir, bu ne lan!” dedi hayretle.

Bavulunu ve çantasını bagaja koydum. Kendisi yanıma geçti. “Ulan sen bayağı bayağı sağlam yere kapak atmışsın!” dedi emniyet kemerini bağlarken. “Öyle oldu!” dedim gülümseyerek. Kemer dolgun memelerini iki yana ayırmış ve şişkinliklerini daha da belli etmişti. Açılan pileli eteğin altında bembeyaz bacakları arabanın içinin karanlığını aydınlatıyordu.

Yolda yeni işimdeki konumumu sordu. “Oraya gidince öğrenirsin!” dediğim vakit “Oğlum, senin ikinci bir kişiliğin vardı da biz mi bilmiyorduk? Diğer hayatında mafya mıydın yoksa!” deyince “Mafya değil, iş adamı!” dedim. Hanımağa’nın sözleri geldi aklıma.

Kulübün önünde indik cipten. Celil ve dün geceki yarma giriş kapısının önündeydi. Ayrıca Hanımağa’nın birkaç adamı daha vardı. Takım elbiseli karanlık tipli adamlar beni görünce toparlandı. Celil de beni görür görmez “Hoş geldin abim!” dedi atılıp. Elimi öpmeye çalışırken “Tamam, gerek yok!” dedim. Anahtarı uzatıp “Arabayı güzel bir yere park et!” dedim. “Tamam abim, emredersin!” diyerek kaptı anahtarı elimden.

Yarmanın eli sargılıydı yine. “Hoş geldin abi, bi emrin olursa burdayım abi!” dediğinde “Tamam, sağ ol!” dedim. Diğer adamların her biri de tek tek “Hoş geldiniz!” dedi. Hepsi bir dakika içinde olan bu olaylar Pırıl’ın ağzını açık bırakmaya yetmişti. Kendinden emin, insanlara tepeden bakan hali o anda kaybolmuştu. Parlak yeşil gözlerinde gördüm bunu.

Kulüp müdürü içerde karşıladı bizi. Elimizi sıktı. “Hoş geldin abi, burada mı oturmak istersin yoksa içerde Hanımağa’mın odasında mı!” diye sorunca “Burada oturalım, hanımefendi misafirim, böyle bir yerde ilk defa bulunuyor!” dedim. Pırıl’a dönüp “Hoş geldin ablam, İnşallah bir kusurumuz olmaz. Şöyle alayım sizi!” diyerek bizi öndeki büyük masalardan birine yönlendirdi.

Saat 22:30 civarıydı ve kulüp için erken bir saat sayılırdı. İçerde yoğunluk vardı ama ilerleyen saatlerde daha da kalabalık olacağı belliydi. Bu gece mekânın sahibi bendim. O nedenle etrafa göz gezdirdim masaya oturmadan önce.

Sevda beni görür görmez gülümsedi. Yanında bir adam oturuyordu. Daracık ve yanları kesimli mini siyah elbisesi ile çok seksi görünüyordu. Elbisenin kesikleri arasından çıplak beyaz eti etrafına ışık saçıyor gibiydi. Ancak benim için yasak elmaydı Sevda. Beline sarılmıştı adam. Kendisi meyve suyunu yudumlarken adam bu saatte zil zurna sarhoş olmuştu.

Diğer kadınlar da değişik masalarda oturuyorlardı. Neşe Hanımağa’nın sözlerini doğrularcasına henüz bir masaya çağırılmamış, birkaç kadınla birlikte arkadaki masada oturuyordu. Dolgun hatlarına zıt, minicik ve kırmızı dar pullu bir elbise vardı üzerinde. Saçlarını ensesinden topuz yapmıştı. O da beni görür görmez el salladı.

Pırıl sudan çıkmış balığa dönmüş gibiydi şimdiden. Etrafına bakıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordu. İstanbul’da en lüks ve pahalı restoranlara, barlara, kulüplere giden bir kadındı. Boşandığı kocası sayesinde Beyoğlu’nun entel barlarına da çokça takılmıştı. Ancak şimdi yepyeni bir dünyanın kapıları açılmıştı karşısında. İstanbul’da Tarlabaşı’nda, Beyoğlu’nun arka sokaklarında görebileceği bir yaşama merhaba diyordu bu gece. Gerçi bu benim için de yeniydi. İstanbul’da eviyle işi arasında hayatı geçen biriyken burada aklıma gelmeyecek bir yaşamın içinde bulmuştum kendimi.

Yanlarında erkeklerle eğlenmeye gelen kadınların da olduğu bir mekândı burası. Hanımağa buna özellikle dikkat ediyordu. Beraber bulunduğumuz birkaç akşam kadın müşterilerle özellikle ilgilenmişti. O yüzden Pırıl’ın bulunması sırıtmıyordu hiçbir şekilde.

Garsonlar etrafımızda dolanırken müdür “Ne içersiniz, şöyle güzel bir şampanya patlatayım mı ablama!” diye sordu. “Ne dersin, şampanya içer misin!” diye sordum Pırıl’a. “Hı hı, şey, olur!” dedi şaşkın şaşkın. Müdür bir işaret yapıp “Oğlum şampanya getirin!” dedi emir verici bir tonda. Kulüpte şampanya içmek benim için de yeni bir deneyim olacaktı.

Biraz sonra masamız mezeler, alevli meyveler ve şampanya ile donatıldı. Garson şampanya şişesini açtı, köpükler yere akarken kadehlerimizi doldurdu. Esmer Adana delikanlısı genç yanımızdan ayrılırken “Sağlığına!” diyerek kadehimi kaldırdım. Pırıl aynı şekilde karşılık verdi, şampanyasından bir yudum alırken masaya eğildi. “Oğlum ne ayak lan, ne iş! Adamlar etrafında fır dönüyor, kimsin oğlum sen!” dedi gözlerini açarak.

“Tanışalım, ben Tuğrul!” dedim gülerek. Ardından da gerçeği fazla uzatmamam gerektiğini düşünerek “Kulübün sahibi karımın teyzesi, ben de onun damadı oluyorum!” dedim. Önce inanmamış gibi baktı yüzüme. Ancak ciddi olduğumu anlayınca “Ne yani, şimdi buranın sahibi bir kadın ve senin karının teyzesi, öyle mi!” diye sordu. “Evet, aynen öyle!” dedim.

Şampanyasından bir yudum alıp “Oğlum, ne iş, bu kadın mafya mı!” diye sordu. Bunu sorarken korku gözlerinden okunuyordu. “Öyle sayılır, kendisi Hanımağa’dır. Herkes kendisine Hanımağa der, ismiyle hitap edilmez. Ben bile teyze demiyorum düşün yani!” dedim.

“Kocası var mı peki? O ne iş yapıyor!” diye sordu daha sonra. “Kocası ölmüş, o öldükten sonra işleri Hanımağa devralmış. Anlatırım ilerde, sen boş ver şimdi bunları, keyfine bak!” dedim.

Müdür yanımıza gelip başka bir isteğimizin olup olmadığını sormuştu bu sırada. “Avukat bu akşam birkaç kişiyle gelecek. Yanlarına en güzel kızları koyun dedi Hanımağa. Gizem ve Tuğçe mutlaka olsun dedi. Bir de Natali ve onunla beraber yılan oynatan kızı istedi. Sevda kesinlikle olmasın diye tembihledi ona göre. Masalarını donatın, hiçbir şey eksik olmasın istiyor. Bu Orhan meselesini halletmek için geliyor adamlar, ona göre!” dedim.

Müdür “Haberim var abi, Hanımağam söyledi. Kızları o yüzden çıkarmadım bu gece. Ama Avukat Sevda’dan başkasını istemez. Bilirim ben onu, buraya her geldiğinde Sevda’yı ister!” dedi. “Öyle bir şeyin olması bu gece mümkün değil. Hanımağa’nın kesin talimatı var. Sevda yasak bu gece. Avukata da öyle söyle, Hanımağa’nın sözünü çiğnemiş olur aksi halde!” dedim karşılık olarak. “Olur abi, ben ikaz ederim onu, ayarlarım bir şeyler!” dedi bunun üzerine.

Pırıl bu konuşmayı meraklı gözlerle dinledi ama bir şey demedi. Çok geçmedi, avukatın yanında dört adamla geldiğini gördüm. Hepsi takım elbiseli, orta yaşın üzerindeydiler. Müdür onları karşıladı ve arka taraftaki büyük masalardan birine oturttu. Adamlar masaya yerleşirken müdür arka tarafa geçti. Biraz sonra arkasında dört kızla geri döndü.

Natali ve yılan oynatan kızı tanıyordum. Hanımağa’nın bahsettiği Gizem ve Tuğçe’de aralarındaydı. İkisi de uzun boylu, manken gibi güzel kızlardı. Hangisi Gizem, hangisi Tuğçe bilmiyordum ama. Birinin üzerinde süper mini daracık kırmızı bir elbise, diğerinde ise mini deri etekle içini gösteren beyaz tül bir gömlek vardı.

Derken müdür avukatın kulağına bir şeyler fısıldadı. Avukat başını sallayarak dinledi, elini müdürün elinin üstüne koymuştu. Müdür boştaki bekleyen kadınların yanına gitti, içlerinden birini kaldırıp avukatın yanına oturttu. Genç bir Özbek veya Türkmen dilberiydi bu.

Müdür az sonra yanıma gelip kulağıma “Hallettim abi, sıkıntı yok, ben ilgilenirim onlarla!” deyince “Sağ ol!” dedim. Müdür görevini yerine getirmenin rahatlığıyla yanımızdan ayrıldı.

Pırıl gergin görünüyordu. Şampanyasından minik yudumlar alıyordu. “Rahat ol, kasma kendini, yaslan arkana, gel şöyle!” dedim. Küçük U şeklinde bir sedirdi oturduğumuz. Bana doğru kayıp sırtını sedire yasladı, bacak bacak üstüne atıp gülümsedi. Sahneyi izlerken bir yandan da onun pürüzsüz bacaklarını, dolgun memelerini kesiyordum.

Bu gece Ecem yoktu. Saat 23:00 olmuşken üzerinde derin göğüs dekolteli parlak mor bir elbise olan bir kadın sahneye çıktı alkışlar eşliğinde. İlk defa görüyordum bu kadını. Uzun siyah saçları beline inen kadının şişkin memeleri Pırıl’ınkileri andırırcasına oynuyordu. Sırt dekolteli ve derin yırtmaçlı elbisesi vücuduna tam oturmuş, hatlarını belli etmişti. Götünün kavisleri belli oluyordu. Yüksek sivri topuklularının üzerinde kuğu gibi süzülürken eline aldığı mikrofonla misafirlere teşekkür etti. Arkadaki orkestra bir türküyü çalmaya başlarken Pırıl da benim gibi kadını dikkatle izliyordu.

Genç kadının sesi oldukça güzeldi. Duygulu ve insanın içine işleyen bir şekilde Anadolu türkülerini seslendirirken sahneyi profesyonel bir şekilde kullanıyordu. Masamıza yanaşan garsona “Bu kadını ilk defa görüyorum, yeni mi!” diye sordum. “Yok abi, Çilem Abla esk**ir bizde. Ama bayağıdır yoktu, ameliyat oldu, yeni döndü!” dedi.

Çilem’in yanık sesi havalı Pırıl’ı bile etkilemişe benziyordu. Ayaklarını sallayıp türkülere eşlik ederken mezelerimizi ve meyvelerimizi yiyip şampanyamızdan minik yudumlar alıyorduk.

Bu sırada Hanımağa aradı. Elimi siper ettim rahat duyabilmek için. Avukatı ve adamları sordu. “Geldiler. Kızlar masaya geçti. Müdür yabancı kızlardan birini oturttu avukatın yanına. Sevda başka müşterinin yanında, sıkıntı yok!” dediğimde “Tamam, dikkat et. Arada bir etrafı kolaçan et, görün millete. Kıçını devirip de oturma!” diyerek kapadı telefonu.

Çilem birkaç türkünün ardından sahnesine ara verdi. O boşlukta Pırıl’dan müsaade isteyip kalktım. Avukat beni görünce ayaklandı, yanına gittim. Misafirlerin dördünün de yetkili abilerden olduğu anlaşılıyordu. Beni onlarla tanıştırdı ama görevlerini söylemedi tabii.

Adamlar Hanımağa’nın damadı olduğumu öğrenince dostça sıktılar elimi. Yanlarındaki ilik gibi kızların yanında rahatlamışlar, kravatlarını gevşetmişlerdi. Kızların içinde beni tanıyan sadece Natali idi. Ama içinde olduğu ortamın bilincindeydi, belli etmedi bunu.

Onların yanından ayrılıp müdür eşliğinde diğer masaları ziyaret ettim. Neşe ve öbür kadınların yanına uğradım. Neşe “Hayırdır, kim yanındaki bayan!” diye sorunca müdür “Seni ne ilgilendirir, sen işini yapmaya bak, şu saat oldu halen boş boş oturuyorsun!” dedi çıkışarak. Neşe “Aman be, bir şey de sorulmuyor!” diye cevap verdi müdürün çıkışmasına.

Derken Çilem alkışlar eşliğinde sahneye geri döndü. “Evet canlarım, şimdi isteklerinize geldi sıra!” diyerek kendisine uzatılan kâğıtlara baktı. Müşterilerin isteklerini okuyacaktı. Bazı müşteriler isteklerini okuması için laf atsalar da Çilem oralı olmadı hiç. Bazılarıysa içmesi için küçük kadehlerde içki gönderiyordu. Çilem bunlardan minik birer yudum alıp bardakları sahneye sertçe atıp kırıyor, o anda şiddetli bir alkışla karşılanıyordu.

Müdür kulağıma eğilip “Abi bir isteğin varsa söyle, okutalım!” deyince Pırıl’a döndüm. “Var mı istediğin bir türkü!” diye sordum. “Yok!” dedi sakince. “Benim de yok, İnşallah başka zaman!” dediğimde “Tamam abi, keyfinize bakın!” dedi. Ancak Çilem’in yanına gidip kulağına bir şeyler söyledi. Çilem’in bakışları masamıza ve bana döndü birden. Parlak ve hareketli ışıkların altındaki kara gözleri büyüdü.

Müdür giderken mikrofona “Bu akşam sevgili Hanımağa’mız yanımızda yok ama damadı Tuğrul Bey burada. Kendisi için bir türkü okumak istiyorum!” dedi. Birkaç masadan alkış yükseldi. O an yerin dibine geçmiş gibi oldum. “Oğlum ne iş lan bu!” dedi Pırıl. “Sorma, ben bile şaşkınım!” dedim, çok utanmıştım. Böyle bir şey ilk kez başıma geliyordu.

Orkestraya dönen Çilem bir şeyler söyledi. Derken sazlar çalmaya başladı. Çilem yanık ve duygulu sesiyle Ahu Gözlüm Tut Elimden türküsünü okumaya başladı. Tesadüf mü yoksa bilinçli bir durum mu bilmem ama karımın çok sevdiği bir türküydü bu. Evde, mutfakta iş yaparken bu Adana türküsünü kendi kendine söylerdi. Diğer masalardan alkışlar yükselirken ben de utana sıkıla alkışladım. Ne de olsa benim için söylüyordu Çilem bu türküyü.

Nihayet türkü bitti, Çilem bir reverans yaparak masamızı selamladı. Ardından da diğer isteklere geçti. Pırıl sokulup “Ne iş lan, valla süper. Sevdim ben burayı, ara sıra getir buraya beni!” dediğinde “Olur, nasıl istersen. Eğer kumar oynamak gibi bir isteğin olursa da söyle. Ayarlarım!” dedim.

Yeşil gözleri büyüdü. Patronun oğlunun kumar tutkusu vardı. Hafta sonları sık sık Kıbrıs’a kumar oynamak için gittiğini biliyordu şirketteki herkes. Pırıl’ın da onunla Kıbrıs’a gittiğini biliyorduk doğal olarak.

“Senin Hanımağa’nın kumarhanesi mi var!” diye sorunca “Var!” dedim. “Oğlum Türkiye’de yasak değil mi kumarhane!” diye sorunca “Sen orasını karıştırma, bir ara oraya da götürürüm, en azından ortamı görmüş olursun, istersen oynarsın!” dedim.

“Oğlum çok eğlenceli lan bu, valla. Anlatsana nasıl biri bu Hanımağa. Böyle dizilerde falan oluyor ya, onlar gibi mi!” diye sordu bu kez. “O gördüklerinin hepsi palavra. Gerçeğini kendi gözlerinle gör, ben bir şey demeyeyim, tanıştırırım seni onunla!” dedim yanıt olarak.

Çilem’in kimi neşeli kimi hüzünlü türküleri eşliğinde bir saati geride bırakırken avukat ve yanındakiler kalktı. Tabii kızlar da onlarla birlikte. Hemen kalkıp onları uğurladım. Hepsinin yüzü alkolün ve keyfin etkisiyle pembeleşmişti. Kızların beline sarılmışlardı. Natali gözünü kırptı bir fırsatını bulup. Tuğçe ve Gizem at gibi kızlardı resmen. Hanımağa bunları nereden bulmuştu kim bilir?

Onlar giderken masaya oturdum. Pırıl ne zaman kalkacağımızı sorunca “Ben bu gece buradayım maalesef. İstersen seni çocuklarla göndereyim!” diye teklifte bulundum. “Valla iyi olur, uykum var. Yarın sabah erkenden işin başında olmam gerekiyor. Şu iki gün bana yardım et, ondan sonra kendi işini yapmaya devam et!” diye ricada bulundu. “Merak etme, seni Adana erkeklerinin kucağına pat diye atacak değilim, gerekli eğitimi veririm!” dediğimde kahkahayla güldü.

Birlikte kapıya çıktık. Celil ve yarma yan yanaydı yine. Celil hemen atılınca “Ablanı otele bırak benim arabayla. Bagajda bavulları var. Yardımcı ol!” dedim. “Emredersin abi!” diyerek aracı bulunduğu yerden almak için gitti.

Pırıl yanaklarımdan öpüp “Çok güzel bir geceydi. Teşekkür ederim. Sabah görüşürüz. Beni yalnız bırakma orada!” diyerek takıldı. Cipin arka kapısını açtım binmesi için. “Tamam!” diyerek yolcu ettim onu. Şirkette senelerce bana diş bileyen Pırıl yeni hayatımı görünce birden yavşamaya başlamıştı…

İçeri girdim yeniden. Müdür istersem Hanımağa’nın odasına geçebileceğimi söyleyince kabul etmedim. Burada durup etrafı kolaçan etmem gerekiyordu. Saat 01:00 olmuştu ve içerisi daha kalabalıktı.

Vakit ilerlerken sahneye konsomatris kadınlardan dördü çıktı. İkisi Türk, ikisi yabancıydı. Süper mini eteklerinin altında dolgun beyaz bacakları, askılı bluzlarının içinde sutyensiz memeleriyle ışıklı sahnenin ortasında yerlerini aldılar. Biraz sonra orkestra elektrosazlar eşliğinde oynak havalar çalmaya başlayınca kadınlar da oynamaya başladı.

Her birinin vücudu lastik gibiydi sanki, kıvrak hareketlerle oynuyorlardı. Pırıl’ın bu manzarayı kaçırmış olmasına üzüldüm. Kadınların elinde minik ziller vardı ve oynarken bunları çın çın çalıyorlardı. Aralarda dizlerini büküp götlerini çalkalıyorlar, saçlarını savurup birbirlerine sürtünüyorlardı.

Tıpkı bir erkekle kadının sikişmesine benzer figürler sergilediler daha sonra. Öyle ki ikisi dizlerini ve ellerini yere koyup köpek gibi domaldığında diğer ikisi arkalarına geçti ve adeta onları siken bir erkekmiş gibi hareketler yaptılar. O anlarda sazların gürültüsü artıyor, müziğe müşterilerin heyecanlı nidaları karışıyordu. Yaklaşık 15 dakika sürdü bu oyun.

Kadınlar geldikleri gibi kulise giderken müdür yanaştı yine. “Nasıl abim, beğendin mi!” diye sordu. “Kim bunlar ya? Her akşam yeni sürprizler çıkıyor!” dedim keyifle. “Normalde Natali ve Vera’nın çıkması lazımdı ama onlar heriflerle birlikte gidince boş kaldı sahne. Ben de bizim kızları çıkarıyorum sahneye boş kalmaması için. Şimdi de striptizci kız çıkacak!” dedi.

Birkaç dakika sonra üzerinde yere kadar inen siyah palto olan bir kadın sahneye çıktı. Dün gece geç saatte sahnede oynayan kadındı bu. Paltonun altından parlak siyah ayakkabılarının sivri topukları görünüyordu. Sahneye altında ağırlığı olan uzun parlak bir direk konmuştu.

Derken kadın paltoyu çıkardı ve saz çalanlardan birine fırlattı. Beline inen sarı saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Kalçalarına kadar gelen siyah file çorap giymişti. Amını ancak kapatan deri minik külotu vardı üstünde giysi olarak. Külotun ipi götünün yanakları arasında kaybolmuştu. Uçları sivri ve yukarı bakan çıplak memeleri dolgundu vücudunun zayıflığına karşın. Meme uçları minik birer yıldızla kapatılmıştı.

Tekno benzeri müzik çalmaya kadın da kıvrak hareketlerle oynamaya başladı. Vücudunu bir yılan gibi oynatıp direkten tutunarak oynuyordu. Zaman zaman direği bacaklarının arasına alıyor, ardından tam götüne gelecek şekilde domalıp direğe yaslanıyordu. Müşteriler kadının oyunuyla coşmuştu. Garsonlar bile kadını izliyordu.

Her bir hareketi memelerini deli gibi sallandırırken saçlarını tıpkı dansöz Zerrin gibi savuruyordu. Kadın Playboy dergisinden fırlamış gibiydi, oraya poz veren kadınlardan hiçbir eksiği yoktu. Pırıl bu manzarayı ne yazık ki kaçırmıştı.

Kadın ondan önce sahnede oynayan konsomatris kadınlara taş çıkartırcasına oynuyordu. Eğilip kalktığı anlarda deriden yapılma minik külot geriliyor ve amının kıvrımları ortaya çıkıyordu. Tam bir afetti kadın. Kendisini izleyen bütün erkeklerin yarağını kaldırdığına emindim, çünkü benimki masanın altında sertleşmişti çoktan.

Kadının oynaması nihayet bittiğinde büyük bir alkış tufanı koptu. Kadın birkaç selam işareti yaptı eliyle. Ardından paltosunu giyindi ve geldiği gibi gitti. Müdür yeniden yanımda bitti. “Nasıl buldun abim!” diye sordu sırıtarak. “Valla on numara hatun!” dedim. “Göndereyim o zaman masana!” dedi ve bir şey dememi beklemeden içeri doğru gitti.

O giderken “Merhaba, oturabilir miyim!” diyen bir kadın göründü. Bu benim için türkü söyleyen Çilem idi. “A tabii, buyurun!” diyerek ayağa kalkıp elini sıktım. Çilem sahne kıyafetini çıkarmış olsa da halen makyajı yüzündeydi. Parlak pembe rujlu dudakları, zeytin karası gözleriyle çok güzeldi. Daracık siyah deri bir taytın üstüne askılı ve yine göğüs dekolteli siyah bir bluz giymişti. Saçlarını ise sahnedekinden farklı olarak arkadan bağlamıştı. Topuklu ayakkabılarının yerini rahat spor ayakkabılar almıştı.

Havadan sudan, söylediği türküden konuşmaya başladık, konu konuyu açtı. Çilem Hanımağa ile uzun zaman önce tanıştığını, pek çok türkü barda çalıştıktan sonra burada sahne almaya başladığını anlattı. Kocasından boşanmıştı. O da tıpkı Neşe gibi kızı ve ablasıyla birlikte yaşıyordu ama kızı daha küçüktü. Ablası da kocasından boşanmış, evde yeğenine bakıyordu. Geçirdiği ameliyat nedeniyle sahneye uzun bir zaman ara vermek zorunda kalmıştı.

Konuşmamız güzel güzel devam ederken sahnede erkekleri coşturan striptizci sarışın kadın yanımızda bitiverdi. Çilem onu görünce gerildi, “Ben sizi yalnız bırakayım!” deyince ne diyeceğimi bilemedim. Sarışın kadının donuk bakışları eşliğinde yanımızdan ayrıldı. Çilem’in kalktığı yere kadın oturdu.

Sahnedeki halinden farklıydı doğal olarak. Dalgalı sarı saçlarını açmış, sırtına atmıştı. Sahnede oynarken, parlak ve hareketli ışıkların altında yaşı belli olmuyordu ama şimdi otuzlarında bir kadın olduğu fark ediliyordu. “Selam, ben Milena!” diyerek elini uzattı. Uzun parmaklı elini sıktım.

Siyah deri bir büstiyer vardı üstünde, sutyensizdi ve memeleri büstiyerin üstünden taşacakmış gibi duruyordu. Sivri uçları derinin altında belirgindi. Altındaysa siyah bir kot vardı daracık. Yüksek kalın topuklu siyah ayakkabılar ayağındaydı.

Konuşmaya başladık, aksanlı da olsa Türkçe biliyordu Milena. Polonyalıydı, yıllardır Türkiye’de yaşıyordu. Daha önce Bodrum, Antalya ve Alanya’daki otellerde ve gece kulüplerinde çalışmıştı. Bir yıldır buradaydı. Gençliğinde jimnastikle uğraştığını, ülkesi adına yarışmalara katıldığını söyledi. Vücudunun elastikliği buradan geliyordu. Garsondan onun adına bir kokteyl hazırlamasını istedim…

Vakit ilerledikçe kimi müşteriler kalkıp gidiyor, kimisi yeni geliyordu. Karşımızda dört kişilik bir grup oturuyordu. Yanlarında dört kadın vardı. Kadınlardan ikisi Türk, ikisi de yabancılardandı. Birkaç garson gidip geldi masaya, en sonunda da müdür yanlarına gitti. Genç adamlarla müdür arasında tartışma yaşanıyordu.

Sahnede kayıttan şarkılar çalıyor, boştaki konsomatris kadınlardan bazıları oynuyordu. Müdür yanımdan geçerken kolundan tutup ne olduğunu sordum. “Hesaba itiraz ediyorlar!” dedi.

Az sonra dışardan Hanımağa’nın adamları geldi. Önlerinde Celil vardı. Adamlar masanın etrafını kapladı. Hararetli tartışma devam ederken Celil bir tanesini zorla kaldırdı, diğerleri de öbürlerinin kollarına girip içeriye götürdü.

Kalkıp gittim ben de. Hanımağa’nın odasında müdürün yanındalardı. Müdür beni görünce Hanımağa’nın koltuğunu gösterip “Buyur abi!” dedi ama oturmaya niyetim yoktu.

Adamlar birkaç saattir buradalardı ve 15 bin lira hesap gelmişti. Aslında daha fazlaydı ama indirimli haliyle 15 bin idi. Ama buna rağmen hesaba itiraz ediyorlardı. Kadınlar birkaç şişe viski ve rakı, bir de şampanya açtırmıştı. Mezeler, yemekler, biralar da cabasıydı.

Müdür “Aslanım şampanyanın şişesi 3 bin liradır. Anladın mı? Yanınıza en sağlamından 4 kadın verdim. İndirim de yaptım sizin için. Ya bu hesabı ödersiniz ya da biz almasını biliriz!” dedi sertçe. Genç adamlardan biri fiyatların böyle olduğunu bilmediklerini, o kadar paralarının olmadığını söyledi. İlk defa böyle yerlere geldikleri belliydi. Üzerlerinde o kadar nakit yoktu, kredi kartları da yetmiyordu.

Bu durumda çözüm basitti. Üzerlerinde ve kartlarında ne kadar para varsa alındı, çekildi. Kalan tutar için de senet yazılacaktı. Müdür Hanımağa’nın çekmecesinden bir senet koçanı aldı. Çabucak doldurdu birini, içlerinden birinin adını soyadını yazdı, bir diğerini de kefil olarak gösterdi, kalan 5 bin liralık borca karşılıktı bu.

“Siz abime şükredin!” dedi beni göstererek. “İş senede kaldığında 5 binlik hesap 6-7 de olur, 8 de. Ama dua edin ki Hanımağa burada yok. O olsaydı sike sike alırdı sizden… Şimdi… Sana yarın akşama kadar süre… Ya bu parayı getirirsin ya da senedi işleme koyarım… Ama öncesinde temiz bir sopa yersiniz bizden… Ona göre…!” Müdür bunları söylerken Celil ceketinin önünü açmış belindeki silahı gösteriyordu.

Müdür adamların her birinin ev ve iş adreslerini aldı. Kimliklerinin resmini çekti telefonuyla. Adamlar Celil ve diğerlerinin kolları arasında yaka paça dışarı çıkarılırken “Bu işin başka yolu yok abi. Ben bunlardan parayı alamazsam Hanımağa benden alır. Ama nasıl alır onu sen düşün. Böyle şeylere kesinlikle taviz vermez. Onun mekânında parayı ödeyemiyorum diyemezsin!” dedi…

İçeriye Milena’nın yanına geçtim. Havadan sudan konuşmalarla zaman hızla akıp geçmiş, saat 03:00 olmuştu. Milena birkaç düşük alkollü meyve kokteyli içmişti ve halen ayıktı. Ben de kulübün sorumlusu olduğum ilk geceden sarhoş olmamak için şampanya harici bir şey içmemiştim. Ayıktım ama uykum gelmeye başlamıştı.

Milena kim olduğumu bildiği halde bana karşı sululuk yapıp yavşamaya çalışmıyordu. Aksine oldukça ciddi takılıyordu. Onun bu hali beni etkilemişti. Deri büstiyerden taşacak gibi duran şişkin memelerine ara sıra gözüm takılsa da o bundan rahatsız olmamış hatta umursamamış gibi rahattı.

Saat ilerlerken karşımızdaki boş masaya iki adam geldi. Yanlarına iki kadın gönderdi müdür. Gidenlerden biri Neşe idi. Ancak çok geçmeden Neşe’nin rahatsız olduğunu anladım. Yanındaki adamın altta kalan eliyle onu taciz ettiği çok barizdi ve bunu kaba bir şekilde yapıyordu. Ufak tefek dokunuşlar, ellemeler bu mesleğin normal tarafıydı ama kaba bir şekilde yapmaya çalışınca kadın da doğal olarak rahatsız oluyordu.

Adamların tipleri düzgün pabuç olmadıklarını gösteriyordu zaten. Yaka bağır açık şekilde yüksek sesle konuşuyorlardı. Garsonlara “Lan!” diye hitap ediyorlar, onlar da alttan almaya çalışıyordu. Yanımdaki Milena sessizce kokteylini içiyordu ama bendeki rahatsızlığı fark etmişti. O da o tarafa doğru baktı birkaç sefer.

Birden “Siktir lan!” diye bir bağırış duyuldu, Neşe idi bunu söyleyen. Yerinden kalkmaya çalışırken adam onu kolundan tutup oturtmaya çalışıyordu. O an müdür masanın oraya gitti ve “Evet beyler, bu gecelik buraya kadar. Sizi dışarı alalım!” dedi sert bir tonda.

Adamlardan biri “Siktir lan orospu çocuğu, sen kimsin!” diyerek kalkıp dayılandı müdüre ve vurmaya kalktı ama müdür geri çekilip kurtuldu adamın yumruğundan. Adam sarhoştu, buraya başka bir mekândan geldikleri belliydi, kısa sürede bu kadar sarhoş olamazdı çünkü. Müdür hiç istifini bozmadan bir parmak işareti yaptı kapıya doğru. Oraya bakınca kapıdaki adamlardan bazılarının orada beklediğini gördüm. Hızla masaya doğru geldiler, 5-6 kişilerdi.

Ben ayağa kalkarken müdür “Sen otur abi, sorun yok!” dedi ama dinlemeyip kalktım ayağa. Hanımağa’nın adamları diğer masalardaki müşterilerin rahatsız olmaması için azami gayret gösteriyordu ama herifler çirkef çıkmıştı. Sessizce, efendi gibi dışarı çıkmaya niyetleri yoktu. Yine de Hanımağa’nın adamları bu tip adamlarla çokça karşılaşmış, nasıl davranacaklarını iyi bildiklerinden kısa sürede aralarına aldılar ikisini de ve Hanımağa’nın odasına giden koridora soktular. Orada bir anda ortalık karıştı ve yumruklar konuşmaya başladı. Adamlar sarhoş olduğu için yedikleri yumruklara karşılık veremiyorlardı.

Arada yarma ve Celil’in yüzlerini seçtim, diğer adamlar da Allah ne verdiyse vuruyordu her birine. Hanımağa’nın adamlarına garsonlar ve dışarıdan gelen diğerleri de katıldığında adamların hiç şansı kalmamıştı. Arka kapıdan kulübün dışına çıkardılar zorla, eşek sudan gelinceye kadar dayak atmaya devam ettiler.

Dayanamayıp ben de dışarı çıktım. İki adamın da ağzı yüzü, üstü başı kan içindeydi. Hanımağa’nın adamları kimisi tekme tokat, kimisi sopa kullanarak adamları dövmeye devam ediyordu. İçerde dayılanan, olay çıkaran adamlar şimdi dua ediyor, durmalarını istiyorlardı.

“Tamam, yeter bu kadar, bırakın, öldüreceksiniz!” diyerek adamların arasına girmek zorunda kaldım. Dün gece yaşanan olaydan sonra bir de bu durumun olması Hanımağa’nın adamlarının sinirlerini bozmuştu. Sonunda dayak faslı sona erdi.

Adamlar perişan halde yerdeydi. Üstleri başları parçalanmıştı. Böyle bir olaya ilk defa şahit olduğum için korkudan titriyordum. Trafikte bir keresinde bir adamla yumruk yumruğa gelmiştim, onun dışında kavga nedir bilmeyen biriydim. Ama şimdi uzak doğu dövüşlerinden daha beter bir olaya şahit olmuştum. Adamlara acır hale gelmiştim.

Celil öne çıktı, elinde metal bir boru vardı. Adamlardan cüzdanlarındaki bütün parayı vermesini istedi. İki adam da kana bulanmış titreyen elleriyle cüzdan ve ceplerini boşalttı kısa sürede. Külli bir miktar paraydı bu. Celil kanlanmış paraları alıp “Siktirin gidin lan, bir daha görmeyecem sizi burada, yoksa ananızı bacınızı sikerim!” diye bağırdı. Yerde perişan haldeki adamlar birden ayaklandı ve koşmaya başladı bu sözlerden sonra. Adamlar yedikleri dayağı unutmuşa benziyordu. Topukları götlerine vura vura kaçıp gittiler.

Adamlar görevlerini yerine getirmenin huzuruyla yerlerine dönerken Celil söyleniyordu. “Bunların hepsi orospu çocuğu abi, bunların hakkı bu!” dedi elindeki boruyu birkaç defa yere vurup sallayarak. Beyaz gömleğinde kan vardı. Sol elinde tuttuğu para destesini müdüre verdi. Müdür koluma girip “Gel abi, sıkıntı yok, geç içeri!” dedi sakin sakin. Onun için normal bir olaydı yaşananlar ama benim için ilkti.

Müdür sahneye çıkıp yaşananlardan dolayı müşterilerden özür diledi. Hepsine birer kadeh rakı gönderdi müesseseden. Milena sakin sakin kokteylini yudumlamaya devam ediyordu. Kadın buz gibi soğukkanlıydı. Neşe ve diğer kadın arka masadaydı, Neşe ağlıyordu. Yanına gittim. Beni görünce “Herif çıkardı sikini tutturdu zorla!” dedi sinirle. Gözlerine yaptığı makyajı yanaklarına akıyordu.

Başını okşayıp “Tamam, sakin ol, eşek sudan gelinceye kadar dövdüler dışarda. Ağız burun kalmadı adamlarda. Seni eve bıraksınlar, müdüre söyleyeyim!” dedim. Çekik gözlü kadın da yaşananlardan etkilenmişti ama Neşe kadar değildi. Müdüre Neşe’yi eve göndermelerini söyledim. Pek taraftar görünmese de “Tamam abi, nasıl istersen!” dedi.

Neşe gözleri yaşlı şekilde önümüzden geçti, şoförlerden biri onu evine bırakacaktı. O sıra müdür beni Hanımağa’nın odasına çağırdı. Kapıyı kapatırken “Abi bu kaltağa fazla yüz verme. Herif masanın altından sikini tutturmak istemiş, bunda bir şey yok. Bunu da yapmayacaksa zaten siktirsin gitsin!” dediğinde “Neyse, bu gecelik böyle olsun. Fazla durma üstünde!” diyerek yanıt verdim.

Müdür Hanımağa’nın çekmecesinden kalın bir deste para alıp sarı bir zarfa koyarak bana verdi. “Bu gecelik hasılat abi, diğer masaları henüz toplamadım. Onları da toplayınca sabah veririm. Poslar hariç, onlar direkt Hanımağa’mın hesabına geçiyor zaten. Sen yoruldun, kalma artık, gerisini ben hallederim. Milena’yı al git abi sen. Şunun şurasında bir saat sonra kapatırız zaten!” deyince tereddüt ettim.

“Hanımağa buraya dikti bu gece beni. Erkenden gittiğimi öğrenirse canıma okur!” dediğimde “Saat 04:00 nerdeyse abi, ne erkeni. Bu saatten sonra kalmanın bir manası yok, korkma!” dedi gülerek. “İyi tamam!” diyerek çıktım.

Milena elindeki telefonuyla oynuyordu. “Kalkalım mı!” dediğimde “Tamam!” dedi ve ayaklandı. O sıra peşimden gelen müdür Milena’nın kulağına bir şeyler söyledi. Milena başını anladım der gibi sallarken “Okey, problem yok!” dedi. Sonrasında dışarı çıktık. Gece sabahla buluşurken nemli ve sıcak Adana havası bu kez serindi. Lüks cipe atladık. Bu geceyi Milena ile geçirecektim. Bunu biliyordu, belki de müdür kulağına bununla ilgili bir şey demişti.

“Benim eve gidelim!” dediğimde “Benim ev daha yakın!” dedi. Garipsedim ama “İyi, nasıl istersen!” diyerek arabayı sürdüm. Milena’nın tarifiyle boş caddelerden ilerledik, yaklaşık 5 dakikalık bir yolculuğun ardından 3 katlı bir binanın önünde indik. Yüksek bahçe duvarlarının ardında kalan bordo renkli bir binaydı bu. Büyük demir bahçe kapısını açıp girdik içeri. Duvarların üstündeki spot ışıklar bahçeyi aydınlatırken güvenlik kameraları da dikkatimden kaçmadı. Son model kırmızı renkli spor bir BMW araba vardı bahçedeki park yerinde. Hemen yanında da pahalı bir motosiklet duruyordu.

“Kimin evi burası!” diye sordum. “Hanımağa’nın!” dedi Milena. Şaşırdığımı görünce de “Kulüpteki yabancı kızlar, biz oturuyoruz burada!” dedi. Hanımağa işini şansa bırakmıyordu, yanında çalışan yabancı kadınları, kızları kendi evinde oturtup, gözetimi altında tutuyordu. “Natali de burada mı kalıyor!” diye sorduğumda “Evet. Natali, Vera, başka bir arkadaş daha var Tamara, dördümüz kalıyoruz. Bizim ev alt katta, üst katlarda öbürleri kalıyor!” derken dışardaki araba ve motosikletin de Hanımağa’nın olduğunu söyledi. Araba neyse de Hanımağa’nın motosiklet kullandığını bilmiyordum.

Dairenin kapısını açıp girdik içeri. Dışarının ihtişamlı görünüşüne rağmen içerisi oldukça basit ve sadeydi. Yerlerde ince kilimlerden başka bir şey yoktu. İki oda bir salondan ibaret küçük bir daireydi burası. Her iki odada ikişer tekli yatakla küçük giysi dolapları vardı. Mutfaktaki masada toplanmamış boş bulaşıklar duruyordu.

Milena salon niyetine kullanılan yerdeki çekyatlardan birini gösterdi. Ben otururken o da yanıma geçti. Bir elini saçlarıma atarken boynumu öpmeye başladı. Kısrak gibi bir kadındı Milena. Onu kollarımın arasına alıp kucağıma oturttum. Üstündeki deri büstiyeri çıkarttım. Muhteşem memelerini bir aslanın avına davrandığı gibi dişledim…

Yorum Yap

Yorumlar